BOSNA ÜZERİNE NOTLAR
“Her iki taraf da kendi inancının doğruluğundan emindir. Bir kimsenin inancını görüşünü bir başkasının değiştirdiği hiç görülmemiştir.”
İvo Andric Drina Köprüsü
İtalya’ya kadar uzanan biraz da zorunlu bir karayolu yolculuğun Adriyatik’ten dönüş rotasına Saraybosna’yı da dahil etmenin , karayoluyla güzel Dubrovnik’ten Bosna’ya doğru yol almanın bu kadar meşakkatli olacağını bilsem muhtemel ki vazgeçerdim.
Meşhur “Ama Yol Yaptı” sloganının ne denli haklı olduğunu nefes kesici nehirler boyunca gidiş geliş 2 şeritli bir yolda menzili bitirmeye çalışırken bizzat deneyimlemiş oldum. Yol kenarında geniş park alanlarında kaza yapmış yüzlerce aracı bir arada görmek yolun zorluğuna bir de moral bozukluğu ekliyordu.
Defansif bir sürücü olarak İstanbul trafiğinde sinirleri alınmış araç sürmenin avantajını yaşadım. 2 şeritli yoldaki uzun kilometreler boyunca yol kenarındaki kazalı araç parkında dekor olmadan yolculuğu tamamladım. Türkiye’de duble yolların kaza istatistiklerine pek de olumlu yansımadığı, kazaları yollar kadar bilinçli sürücü olmanın engellediğinin farkındayım.
Kısacası Bosna’ya karayoluyla gideceklere tavsiyem gitmemeleri olacak.
Dubrovnik’ten Bosna’ya uzanan dar yol insanı sadece kaza riski ile endişeye düşürmüyor. Hırvatistan sınırını geçip Bosna’ya girdikten hemen sonra sizi karşılayan Sırp Bayrağı Sırbistan Ülkesine hoş geldiniz diyor. Kendinizden tereddüt ediyor yanlış ülkede olabilir miyim diye düşünüyorsunuz.
Oysa ülke yanlış değil ama kilometreler boyunca tek bir Bosna bayrağı bulunmazken her köyde kasabada dalgalanan Sırp bayrakları size yanlışın başka yerde olduğunu hatırlatıyor. Sırp bayrakları bitiyor bu defa Hırvat bayrakları başlıyor. Bosna’nın sarı/mavi bayrağını ancak Mostar’a yakınlaşınca görebiliyorsunuz.
Mostar ortasından geçen dünyanın en mavi nehriyle bir rüya kenti gibi.
Eski şehir ve zarif köprüsüyle burada bir savaşın yaşandığı unutulmuş .
Mostar köprüsünün tam ortasında suya atlama antremanları yapan ciddi suratlı atletik adamdan performans bekleyen ziyaretçilerle beraber bu köprünün Hırvat topçularınca yerle bir edildiği görüntüler sanki gerçek değil duygusu veriyor.
Yakın zamana kadar yurt arkadaşım Yaşar’ın Konsolos olarak görev yaptığı bina da eski şehrin dekorunu tamamlıyor.
Birden tarihi bir caminin haziresinde mezarlara takılıyor gözüm. Bütün taşların üzerindeki tarihlerin sağ yanındaki rakam aynı : 1993. Aynı taşları Saraybosna’da görüyorum. Hepsinin üzerinde yıl değişmiyor. Herkes aynı yıl ölmüş : 1993’de . Doğdukları yıl farklı öldükleri yıl aynı.
Bosna Başçarşı’da en güzel rakiayı nerede içerim diye araştırıyorum. Visegrad’ı buluyorum. 4 Bam’a ( 70 TL yaklaşık) Rakia tadımına başlıyorum. Elmalı, Ayvalı, Armutlu ve tabi Erikli Rakialar birer birer yuvarlanıyor.
Yeterince ölümle burun buruna gelmiş olmalılar ki kapalı yerde sigara içmek dertleri değil. İçeride dumanların arasında Nejat’la tanışıyorum. Rakia üzerine konuşuyoruz. Ve Bosna üzerine. Benden 5 yaş ufak Nejat. Tito öldüğünde ben 12 yaşındaydım o 7 imiş. 3.05’de öldü 3ü10 geçe biz dağılmıştık diye anlatıyor. Restoranına adını veren “Visegrad üzerinden git” diye rota öneriyor bana. “Drina Köprüsünü gör” diyor. Mehmet Paşa Sokoloviç’in yani Sokollu Mehmet Paşa’nın köprüsü. “Babam Mehmet diyor oğlum Faris Kızım Amine.” Erdoğan’dan konuşuyoruz. Gizlemiyor Erdoğan sevgisini ama ekonominin son halinden da haberdar. O olsa 1990lar farklı olurdu diyor . Ben “o kadar da emin olma” demiyorum. Erdoğan senin rakialarınla pek de hoşlaşmıyor diyorum ama.
Başçarşıdan dönerken Tarık Hosiç’in köftecisinde bu eski golcüyü buluyorum. Kovaçeviç’ten konuşuyoruz. Yugoslav olarak geldiği günlerden. Bosna’ya girerken Fener mi Galatasaray mı diye sorup Beşiktaş cevabını alınca gözleri parlayan hudut görevlisi düşüyor aklıma. Beşiktaş demek Çarşı demek. Biz zaten BaşÇarşıdayız.
Visegrad’a gelip Drina Köprüsünün resmini çekerken Nejat'ı anımsıyorum ve Visegrad’ın 1991’de %30 olan müslüman nüfusunun 1997’de %1’e düştüğünü okuyorum.
Saraybosna’da da herkes 1993’de ölmüş. Evlerin üzerindeki kurşun delikleri dün açılmışçasına canlı. Tek bir sokak köpeği yok sokaklarda. Kurşunlar sadece insanları değil köpekleri de yok etmiş olmalı.
Soykırım ve katliamı anan müzelerin hepsi ücretli . Katliamı izlemek için ücret ödemek tuhaf geliyor. Parasında değilim. TİKA’nın da katkı verdiği sergiye yöneliyoruz . O da ücretli çıkıyor. Yine de giriyoruz ama sitem etmeden durmuyoruz kapıdaki genç kıza.
İşte o zaman Saraybosna’dan ayrılırken de bizi Sırbistan’a hoş geldin pankartının neden uğurladığının da sırrına eriyoruz.
“Bu normal bir ülke değil” diyor
“Katliamı Sırplar kabul etmiyor” diyor
“Böyle bir müze için kamusal kaynaklar kullanılamıyor” diyor
“2 milyon müslüman var ve hala güvende değil” diyor
Güçsüz olmanın zorluğunu gözlerinde nemle anlatıyor.
Saraybosna’dan ayrılırken bir podcast açıyorum. Özal zamanından beri tanıdığım Ahmet Tezcan Aliya’yı anlatıyor. Amerikalıların sadece Boşnaklardan ibaret Bosna projesini reddetmiş. Bir idealist olarak kolay olanı değil zoru yani Boşnakların Hırvat ve Sırplarla beraber yaşaması seçeneğini seçmiş.
Müzedeki kızın gözündeki nem ve Bilge Kral’ın( Ahmet Tezcan buna şerh düşüyor gerçi o krallığı kabul etmezdi diyor) tercihi arasındaki diyalektiği düşünüyorum.
Bosna’yı sessizce geride bırakıyorum. Rumeli Valisi Hurşit Paşa’nın Sırp isyancılarının kellerinden kule yaptığı Niş’e varıyorum.
Serebrenica sokaklarında “Türklerden intikam aldık” diye bağıran Çetnikler geliyor aklıma. İvo Andriç’e Nobeli veren kurulun her bir üyesini saygıyla anıyorum.
Yorumlar
Yorum Gönder