ÖLÜM DOĞUM FAŞİZM VE KADINLAR
Oksijen Gazetesi bir
Radikal olamasa da memleketin Pravda’ya dönmüş medya ortamında görece bir ada
gibi farklı ufukları önümüze seriyor. Bununla beraber muhtemel ki ülkenin gelir
eşitsizliğinde geldiği noktanın bir sonuçu olarak Oksijen editörleri asıl hedef
kitlesinin tüketecek ilave bir lüks bulamadığından yola çıkarak sağlık konularında
okurlarına ölümsüzlüğün yolunu göstermeye çalışıyor.
Oksijenin sağlık yazarları Beyaz TC vatandaşlarına 30 yıl daha
ölmeyin sonra ölümsüzlük olmasa da 150-200 sene yaşamak garanti mesajı veriyor.
Memleket 1930’ların Almanya’sı 1950’lerin Amerikası, 1980’lerin SSCB’si ve
1990ların Rusya’sı kıvamına gelmişken ölmek
için ideal zamanların olmadığına ben de
katılırım. Türk halkına ilave bonus bir 25 sene ömür verilmesi yerinde olur.
Oksijenin pompaladığı ölümsüzlük hayallerini bir kenarda tutalım
ve hayatın ölüm olmadan ne kadar sıkıcı ve manasız olacağı üzerine birazcık
tefekkür edelim. Hoş biz düşünmesek de ölüm ve onun yakın dostu doğum hayatlarımız
üzerinde fazlasıyla yer etmeye devam ediyor.
Öleceğinin farkında olmak insana özgü bir yeti. Bunun ne zaman
kazandığımız meçhul olsa da özellikle dinin kurumsallaşması sonrasında neredeyse
her sosyal ilişki kendini ölüme göre konumlandırır.
Tarım toplumuna geçen insan oğlu bir süre sonra ölümü
hayatın bir aracı yapar, savaşı keşfeder. Hastalıkların önüne geçmek ölüme kafa
tutmaktır. İnsanlığa bugün baktığımızda savaşlarla gencecik insanlar yok
edilirken ömrünün son demine gelmiş ,çıkmaz sokağın içindeki insanları neredeyse
bitki düzeyinde yaşatma mücadelesi bir antagonizma olarak tuhaflıkları listesinde
yerini alıyor.
Diğer yanda 20 ve 21. Yüzyıl insanlık tarihinde zamansız
ölümden en çok nasibini alan çocuklara hayat bahşetmekte alınan yol ile kendini
gösterir. Bir zamanlar ölümün nefesi en çok çocukları buza keserken artık
neredeyse bütün dünyada çocuk ölümlerinin önüne geçilmiş durumda.
İnsanlığın hayatta kalma/çoğalma macerasını özetlediğimizde
savaşlar, tıbbi gelişmeler ve yeniden varoluşun aracısı çocuklar öne çıkar.
Pedro Almodovar’ın Paralel Anneleri İspanya İç Savaşı sırasında faşizmin savaşçılarının öldürdüğü
genç insanlardan, günümüz tıbbının tüm gelişmesine rağmen önüne geçilemeyen mukadder
bir ölüm arasında salınıyor.
Ölümün doğallığı ve öldürmenin acımasızlığı arasında gelişiyor
hikaye. Vakitsiz ölen insanların dünyaya
bıraktıkları izlerin arasındaki farklılıkların altını kalın bir kalemle
çiziyor. Zaten ölümlü olan insanın, insanlığın Sezar’dan Hitler’e ve tabii Franco’ya kadar en büyük düşmanı olan faşizmle
kaybettiklerinin hatırasına bir saygı duruşu gösteriyor:
“Tarih sessiz değildir. Ne kadar yaksalar, kırsalar ve yalan
söyleseler de insanlık tarihi susmayı reddeder”
Galeano’nun bu sözüyle biten filmde; faşizmin katlettiği mezarsız insanların neredeyse
100 yıl sonra kendi hikayelerini bizzat anlatmalarına şahit oluyoruz.
Diğer yanda ölümün doğallığı ve hayatın rastlantısallığı paralel
bir hikaye olarak gelişiyor. Her Almodovar filmi gibi Penelope Cruz çok güzel ve
İspanyol kadınlar kendi ayakları üzerinde durmak konusunda en ufak bir tereddüt
göstermiyorlar.
Faşizmin ataerkilliğe özenen projesinin İspanya özelindeki ağır mağlubiyetinin yeni bir episodunun kapısı açılıyor. Faşizm İspanya’yı
neredeyse 50 yıl ezmiş olsa da yenilgisinin
kesinliği patriarka tüm benlikleri ile meydan okuyan (hemen) her yaştan kadının
pratiğinde kendini gösteriyor.
Türkiye’de faşizmin farklı biçimlerine olan özenlerini en
çok da Patriarkla bütünleşerek gösteren anakronizmanın en büyük destekçisinin
kadınlar olması bizi bir yandan umutsuzluğa düşürürken, diğer yandan dünyanın
yerinden oynaması için kadınların yeteceğini düşünmek iyimserlik kapısını
açıyor.
Paralel Annelerin 1970’lerin Türk filmi tadındaki ana
temasından, anti faşist cepheye ulaşan mesajı ile Türkiye’de nasıl film yapılması gerektiğine
dair bize de bir şeyler söylediğine inanıyorum.
İnsanlık hikayesi değişmez sadece iyi anlatıcılara ihtiyacımız
var.
Yorumlar
Yorum Gönder