SAVAŞ CİNAYETTİR. ( zorunlu değilse)
Savaş mecburiyet değilse cinayettir sözünü Atatürk’ün bıraktığı düşünsel miras bakımından özel bir
yere koymak lazım.
Hoş mecburiyete dair “kime göre neye göre”
değerlendirmeleri yapılabilir. Ama kabul görmüş değerler açısından mecburiyet
tanımı aslında açıktır.
İnsanlığın dünyaya göre kısa, yazının keşfinden beri
geçen süreye göre uzun tarihinde savaşlar hep var oldu. Bugün bile artık
dünyanın minicik ekranlara sığdığı bir çağda savaştan söz edebiliyoruz.
.
Başa dönersek Savaş mecburiyet değilse cinayettir sözünü
aslında en basit haline çevirirsek ulaşacağımız cümle şu olacaktır : Savaş Cinayettir.
Hiç de yanlış değil aslında.
Üstelik cinayet (genelde) tanıdıklar arasında olduğu
halde savaşta ne ölen ne de öldüren arasında o son saniye dışında genelde
tanıdıklık olmaz. Ölen öldüren onu öldürmezse öldüren konumuna geçecektir.
Bugün iha yada siha ile yapılan savaşlarda insansız
denilen araçların arkasında da elbette insan var. Onlar bu aletlerii üretiyor,
tasarlıyor yönetiyor.
Batı cephesinde yeni bir şey yok yani.
“Savaş Cinayettir (Mecburiyet Olmazsa).”
Bu basit cümleyi tekrar anlamak için 2 saatten fazla karşındadurduğum film Hollanda’da 1944’de geçiyor.
Yaklaşık 8 bin asker 2 bin sivil olmak üzere 10 bin insanın
öldüğü bir muharebenin, Antwerp Limanı için yürütülen çatışmanın hikayesi. 50
milyon insanın yok olduğu bir savaşta 10 bin insanın sözü mü olur? Bunu bilen
yönetmen filmin adını Unutulan Savaş koymuş, bizim Netflix ekibi ise Kayıp
Savaş’ı tercih etmiş. Bu ülkede unutmak sıradan bir iş kaybetmekse bayağı
sıkıntılı olduğu için bu isim tercih edilmiş olmalı.
Unuttum demeye bile gerek olmayan bir sosyolojinin
parçasıyız . Unuttuğumuzun farkında bile değiliz. Kaybetmek ise zaten
kayıplardan başkasının konuşulmadığı bir coğrafyada artık katlanılmaz bir hali
temsil eder. Netflix’i bu yüzden seçimi için tebrik ediyorum.
Konya kadar yüzölçümü ile Hollanda için savaşsan ne olur
savaşmasan ne olur zaten(!)
Kuruluş Osman -Yükseliş Süleyman diyalektiği içinde kaybetmeyi literatürden silen Türk politik televizyon propaganda aygıtının beynini yıkadığı kesim için zaten yazmıyorum. Hollanda’nın o küçücük coğrafyada varolmak için Nazilere karşı verdiği mücadelenin filminden bahsediyoruz.
Hoş bu ülkede beyni mikro dalgaya girmiş naylon poşete dönüşmüş bir kesim için Hitler’in savaşı bile anlayışla karşılanabiliyor. Yine de şükür ki Türkiye’nin yüzölçümü büyük
olsa da uzun süredir üzerinde tahakküm kuran anlayışın dünyanın geneli için bir
değişim değeri yok.
Bu tartışmayı burada kapatalım ve filmin asıl derdine
dönelim.
Bir zamanlar kolunda saatle Bizanslı doğrayan Cüneyt Arkın’ı bile mumla aratan TRT tarih dizileri ile kıyaslanamaz bir sinema anlayışından söz ediyoruz. Nazilere karşı verilen mücadeleyi hiper gerçekçi adeta belgesel tadında anlatıyor film. Sahnelerin inandırıcılığı filmin uzunluğu ile birleşince boğuculuk hissi veriyor hatta. Yanınızda beliriverecek bir makinalinin endişesiyle geriliyorsunuz olduğunuz yerde. Bugün keyifle gezilen kanal boyları, nehir kıyıları gencecik insanların mezarlarına dönüşen birer bataklık.
Bir savaşta olduğu gibi bu savaş filminde de kahramanlar birer birer ölüyor. Hayatları bir an olsa da kesişen kahramanların üniformaları ve milliyetleri üzerinden değil insanlık üzerinden bir araya gelebildiği anlara şahit oluyoruz.
Filmin unutulan bir savaşı varsayımsal ama olası karakterler üzerinden anlatan
hikayesi bu geçmişe bir saygı duruşu
aslında.
Savaşta ölmeselerdi dünyaya nasıl bir şekil vereceklerini
merak ettiğimiz bu kahramanları bir kez daha karşımızda görüyoruz. Filmin hikaye kurmaktansa öncelikle o günlere bize götürmekle derdi
olduğuna en ufak bir kuşku duymak için sebep yok.
Ve bunu çok iyi yaptığına da. Savaşta kimsenin hikayesinin önemi yoktur zaten.
Yorumlar
Yorum Gönder