NAPOLİLİ MARTİN EDEN
Bir filmi eve benzetecek olursak hikaye dış duvarları , oyunculuk çatıyı, sinema dili ise çevre düzenini oluşturur diyebiliriz. Uyarlama senaryolar ev için hazır duvarların gelip yerleştirilmesi demek olur bu durumda. Başarılı , tanınmış, çok satan kitapların filme uyarlanması bu yüzden maça 1-0 avantajla başlar. Maçın sonucunu ise sinema dili ve oyunculuk belirler.
Martin Eden’i 1900’lerin başı Amerikasından 1950’lerin ortası İtalya’ya taşıyan film sağlam duvarları ,sinema dili ve oyunculukla filmi Napoli’nin güneşli yüzünde bir villaya çevirmeyi başarıyor desek abartmış olmayacağız bu yüzden.
Ama Napoli’nin tabii ki sadece güneşli villaları değil gölgeli metruk sokaklarındaki yoksul evleri de filmin hikayesinde yerini alıyor.Jack London’un bir hikayesinde yoksulluktan söz etmemek, mücadele eden insanlara yer vermemek akla gelemez zaten.
Jack London Türkiye’de de iyi tanınan, eserleri eğitim sisteminin bir parçası haline gelebilmiş bir yazar. Modernizmin şafağı sökerken yazdıklarını bugünün modern ötesi , post-gerçeklik çağında yeniden dinlemek ve odaklanmak gerçeği söylemek gerekirse o denli de kolay değil.
Andy Warhol’un herkesin 5 dakikalığına ünlü olacağı kehaneti bugünün dijital çağında herkesin hergün birkaç saniyeliğine ünlü olması ile hiper gerçeklik kazanmış durumda. Martin Eden ise eğitimsiz bireylikten edebi bir figüre dönüşme macerasını tüm zorluklara karşı kazanmış ve bunu dergilerin, kitapların yani selülözün altın çağında yapmış.
Bunlara ilave olarak 2 büyük savaşın öncesinde yazan London’u 2 savaş sonrasında ve İtalya’ya ışınlamak da bir risk olarak düşünülebilir.
Hikayenin kimilerine göre “modası geçmişliğine” zamanın ve mekanın kaydırılmasına rağmen sonucun bu denli başarılı olması başta saydığımız o iki ekstra faktöre bağlı .
“Oyunculuk ve sinema diline.”
İkincisinden başlarsak bu hikayeyi İtalya’ya taşıyan akla saygımızı sunmamız yerinde olur. İtalya’nın Amerika ile olan bağlarının hiç de boşa olmadığını söylemeliyiz. “Baba ve Corleone” ailesinin sinema tarihine attığı imza sadece iyi bir sinema filminin başarısı değil, İtalya’da kaderleri sıkışan insanların daha iyi bir hayat için sığındıkları Amerika ‘da yaşadıklarının özetiydi. Corleoneler Sicilyalı yani Güneyliydiler, tıpkı Napolili Martin Eden gibi.
Güney İtalya’nın yoksulluğu Jack London’un kitaplarında ve özellikle Martin Eden’de tarif ettiği zorluklarla pek çok yönden kesişir. Hele 2.Dünya Savaşı’nın izleri ve yıkıntıları daha henüz silinmemişken , bu kesişim kendini daha da belirgin biçimde gösterir.
Jack London’un gerçekçi kalemini , yarı belgesel görüntüler eşliğinde bir sinema filmine dönüştürmek sinema zekasının bir sonucu olarak görülmeli. Martin Eden’in kaba eğitimsiz bir denizciden , entelektüel yazara dönüştüren ona gökten inen vahiy değil, bizzat var olan ve şahit olduğu bu eşitsizliklerdi.
Filmin başarısı Martin Eden’in Jack London’un imgesinde bir hayal olmadığını, her toplumun kendi Martin Eden’ini yaratabileceğini göstermesinde yatıyor. “İtalya’da bir Martin Eden” ithal edilmiş Amerikan malı yabancı bir varlık değil. Jack London İtalyan olsa ve 1950’lerin Napoli’sinde yaşasa Martin Eden’i nasıl yazardı sorusuna cevap veren bir sanal gerçeklik olarak karşımıza çıkıyor film. Bu yönüyle sinemanın imkanları ile edebiyatın sınırlarına dair de söz alınabiliyor.
Ev metaforuna geri dönersek, evin çatısını kurmada büyük ödülü esas oğlan yani Martin Eden alıyor. Yazarlık evine adım atana kadar bir insanı, attıktan sonra başka bir insanı gözlerimizin önüne getiriyor.
Bunun için ortaya konan çaba sadece fiziksel değil , ruhsal olarak da bu iki karakterin arasındaki çelişkiyi son hücresine kadar hazmetmiş olabilmesinin sonucu. Çok az sinema filminde gördüğümüz inandırıcılıkta bir dönüşüme imza atıyor.
Sinemanın sanat sahnesine en son olarak dahil olmasının avantajını Martin Eden uyarlamasında bir kez daha görüyoruz. Jack London’un hayal gücü İtalya peyzajında 1950’lerin ruhuyla karşımızda capcanlı duruyor.
Yorumlar
Yorum Gönder