SIMSIKI SARILAMAMAK ÜZERİNE KISA BİR FİLM
Türkiye’de
son günlerin popüler konusu market fiyatları.
Eşeği dövemeyenler semerin canını alıyor. Bütün bu ekonomik kargaşa
içinde memleketimizin bir yönünün avantajını doyasıya yaşıyoruz. Malum ekmeği,
peyniri, zeytini, çayı bolca alır fiyatına kafa yorarız da Allahtan kültürdü,
turizmdi bizim derdimiz değildir.
Dünyayı gezmeyi
bırak; memleketin tadını çıkaracağınız köşelerini bile gezenlere parmakla
rastlanır. Kapadokya’da balona binen Japonlar belki Türkiye nüfusundan bile
çoktur(!)
Kitap, dergi
almak sadece halkın cüzi bir kesimi için gündem maddesi oldu.
Velhasıl
kültür tüketmek bizim için önceden lüks değildi ama lüzumsuzdu. Bugünlerde
lüzumsuz bir lükse dönmüş durumda.
At mı
arabayı çekiyor? Araba mı atın ardında tartışmaya değer mi bilmem ama herhalde
kitap okunmayan memlekette enflasyona müsebbip olarak marketlerin tercih
edilmesi tesadüf olmasa gerek.
Dünyadan
haberi olmamakla övünen bir halk için bu durum (haberi olanlar nedeniyle) layık olunmasa da
kaçınılmazdır.
Bütün bu
girizgahı özellikle yaptım ki Sımsıkı Sarıl Bana’nın ana trajedisinin bu
ülkenin kahir ekseriyeti için olasılıklar evreninde yer almadığının altını
baştan çizmiş olayım.
Herkes
sevdiklerinden uzak düşebilir ama filmin can alıcı temasına konu hikaye bu
ülkenin çoğunluğu için gündeme girme şansına sahip değildir.
Bir ayrılık
hikayesini anlatan Sımsıkı Sarıl Bana bir puzzle gibi önce dağılıyor sonra
toparlanıyor.
Güzelim
ailesini hem de gecenin bir yarısında bırakıp giden ve hayatını yaşamaya karar
veren bir anneyi garip de karşılamıyorsunuz.
Bunun da
yine bizim ülkemizde karşılığı olmadığını söylemeye gerek yok.
Yoksa
enişteden yeğene envai çeşit akraba ile geride 4 çocuğu bırakıp kaçan
kadınların hikayelerini her öğleden sonra
en kaliteli(!) TV kanallarımızda izleyip duruyoruz.
Ama bir
kadın bir başka adam da ortada yokken evini nasıl olur da terk eder? Üstelik
film boyunca tek bir erkekle de yatmamıştır. Bizim kültürümüze yabancı olan bu terk
ediş hali bir Fransız kadın için gayet olağan olmasa da “acaba kadının asıl
derdi ne” sorusunu sormamıza yol açacak niteliktedir.
Günün
sonunda kadının asıl “DERDİ”ni tabi ki öğreniyoruz. Kaybetmenin anlamını bir kez daha anlıyoruz.
Kaybetmenin
anlık kararların sonsuz neticesi olduğunu ve geri dönmenin imkansızlığını
anlıyoruz. Travmanın insanı nasıl savurduğunu geri dönüşü olmayan nehre karşı
yüzmenin hayalden ibaret olduğunu görüyoruz.
Kaybetmenin
dokunamadan kaybetmenin iki kat daha derin olan acısıyla yüzleşiyoruz.
Bildiğimiz
şeyler bunlar ve bir kez daha duyuyoruz sadece. Anıların yarım yamalak kalan
izlerinin ne denli kolay kapandığını o izleri eşelemek için gösterdiğimiz
çabanın bizi izlerin peşinde derinlere gömdüğünü fark ediyoruz.
Film bizi
bireysellikten toplumsallığa, Mazlovun
ihtiyaç piramidinde en tepeden aşağıya yuvarlıyor. Sağ gösteriyor ama tek bir
sol kroşe ile bizi bitiriyor. Piyanonun tuşları arasındaki sonsuz olasılıkların
nasıl bir kısır döngüye dönüştüğünü anlatarak insanın müzikle ilişkisini de
önümüze seriyor.
Pek çok şeyi
bir arada yapıyor Sımsıkı Sarıl Bana.
Yine de ben
girişte yazdıklarıma geri dönmeden alamıyorum kendimi. Bu filmi Türkiye’de
çekseniz ailenin sosyal sınıfını belirlemek için harcamak zorunda kalacağınız
emeği düşünüyorum.
Kültür
tüketmeyen bir ülkede sinema filmi çekmenin giderek imkansız hale geldiğini,
sıradan hayatları anlatmanın olanaksızlığını düşünüyorum. Ülkede sıradan
hayatların tamamen ortadan kalktığını, yada kalkmak üzere olduğunu görüyoruz
çünkü. Politik olmayan tek bir cümle edememek , akıl baliğ olan herkesin
politikayla yoğrulduğu bir ülkede var olmaya çalışmak….
TRT2’de Salı
akşamları İran filmi izleyerek giderilen bir entelektüel açlık bir ülkeyi ne
kadar idare edebilir?
Dünya kupasının
arasına sıkışan film mi haber bülteni mi olduğu belirsiz öldürme sahneleri ile
yaşamaya daha ne kadar devam edebiliriz.
Sımsıkı
sarılacak ailelerden hep beraber kopuyoruz,
bu hüzünlü hikayeleri yaşamaya bile özeniyoruz.
Sahi biz bu ülkede gerçekten neden yaşıyoruz?
Yorumlar
Yorum Gönder