KRALLIK 1 : KAVRAMSAL ÇERÇEVE VE BİRAZ BELLEK TARAMASI
Krallık ,
1994’den tam 28 sene sonra tekrar izlemek üzere karşısına
geçtim.
28 sene önce yani 25 yaşındayken izlemiş olmalıyım. Bir
28 sene daha geçse yani 2050 olsa 81 yaşımda olacağım.
Bu tuhaf bir duygu. İnsan ömrünün uzun mu kısa mı olduğu
hızlı mı yavaş mı geçtiği ne denli göreceli olsa da sonuçta bugünü yaşıyoruz.
Ne geçmiş ne de gelecek sonsuz bir şimdiden söz ediyor
olmalıyız.
Danimarka prensliğinde çürüyen şeyin bir hastanenin
temellerini taşıyan bir bataklık olduğuna dair bir hikayeydi kingdom.
Hatırlamanın tuhaf ve şaşırtıcı dehlizlerinde bu uzak
geçmişten gelen hikayeden akılda kalanlar ve kalmayanlar çok olunca her bir
bölümün hikayesini kaleme almanın doğru olacağını düşündüm.
Dijital devrimin hemen öncesinde insanların telefonla
değil çağrı cihazı ile haberleştiği bir dönemdeyiz. Sosyal medya öncesi çağ
desek de olur. Nasıl ki modern öncesi ve modern arasında ayrımı kalın
çizgilerle koyuyorsak dijital devrim için de aynısını yapmalıyız.
Yine de Levi Strauss ve Yapısalcılığın o statükoculuk
bataklığı bizi uyaracak. Bu bataklık
kraliyet hastanesinin temelinin altındakinden daha kesif olmalı.
Tüm çabasına ve gizleme çabasına rağmen insan fıtratı
tarım devriminden bu günlere değişmeyen bir özle karşımızda. İhtiyaçlar aynı,
karşılama yöntemi değişiyor.
Çok değiştiğinde çalkalanma da o denli büyük oluyor.
İlk sanayi devrimi böyleydi.Dijital devrim de böyle. Yine de insan aynı kalıyor. O
yüzden 1994’de çekilmiş Krallık’a tarih öncesi muamelesi yapmak haksızlık olur.
İnsanların birbirine ulaşmak ve birbirinden haber almak için daha az imkanı
olan bir çağ desek kafi gelir aslında.
Bu kavramsal çerçeve içinde Krallık’ın ilk bölümü bize
hikayenin kahramanlarını tanıtıyor. Bir hastanenin içinde olduğumuzu biliyoruz.
Amaç insanları iyileştirmek. Tıbbın imkanları teknolojiden nasibini almaya
başlasa da henüz gelişme yeterli değil.
Diğer tarafta insanlar tanıdık bir naiflik içinde
kendilerine hastalık uydurarak sağlık sistemini meşgul etmekten geri
durmuyorlar. Gerçekten hasta olan insanlar bu sözde hastaların oyunlarıyla
kendilerine avuntu buluyor.
Tıbbın yada hastanenin kurumsallaşması üzerine Foucault
neler yazdı bilmiyorum ama Strauss’cu yapısalcı bakış öğretisi bize bu insani
ilişkilerin özünün pek de değişmediğini gösteriyor. Doktorlar hep birazdan
tepeden bakar, hastalar kendini ifade etmeye çalışır, doktorluk aslında etik işidir vs.
Bu temel çerçevenin dışına çıktığınızda işler
karışır. Kadavranın kafasıyla
ilgilendiği kadını dehşete düşürmek bir doktor için akıl tutulması değilse
nedir? Üstelik bu kafayı anatomi dersinin rutininden bile ürken bir başka
talihsize buldurmak trajedinin uç
noktası olacaktır. Sağlıkta şiddetin tartışıldığı bir ortamda bedenlerimizi emanet ettiğimiz
doktorun ufacık bir ihmalinin bizim en
sevdiğimizin hayatını karartması için nasıl bir çözüm geliştirmek gerekir?
Doktor hatası ile beyni zedelenen bir çocuk gerçek hayatta karşımıza çıksa
hissedeceğimiz isyanı ifade edecek söz bulamamak doğal gelecektir. Ama bu
çocuğa filmde sümüklü diyerek hakaret eden bir doktorun zihninden geçenleri
tahmin etmek oldukça güç.
Krallık temelinde sorun olan bir yapının er yada geç
bunun hesabını ödeteceğini, bilgiye dayalı olarak yaşamanın sınırlarını bize
göstermeyi vaat ediyor.
Bilgiden ibaret bir dünya bizi tatmin ediyor. Giderek her
şeyi daha çok biliyoruz. Peki buna rağmen inanmaktan neden vazgeçmiyoruz. “Seküler
Çağ” da giderek daha da fazla kökleniyoruz ve bu bizi inançtan koparıyor.
Krallık buna olan itirazını gizlemiyor. Kaderin varlığına dair bizi uyarıyor.
Yorumlar
Yorum Gönder