SU VE AĞAÇ /ANNE VE OĞUL/ FİLM VE GERÇEK
Fotoğraf resmi, dijital teknolojiler genel olarak plastik
sanatları dönüştürdü. Artık soyut olanın peşinde gidiyor estetik.
Sinema ise başlangıcından itibaren bir teknoloji ürünü
olduğu için belki de en az dönüşüme uğrayan
sanat dalı olarak yer alıyor.
Sessiz filmler zamanında çekilen filmlerin janrları hala
geçerli. Buna en karmaşık efektlerle süslü çağdaş bilimkurgular bile dahildir.
Sinema sonsuz bir yabancılaşma duygusunu yaşatmak için
doğmuştur ; yapaylığın ve üretilmişliğin
neticesi gibidir. Bu duygu sadece filmin çekim sürecinden,
çekildikten sonra seyirciye ulaşma sürecinden kaynaklanmaz. Sinema birbirine
yakın gibi görünen ama aslında sadece bir
film kotarmak için bir araya gelen insanlarla var olur.
Oyuncuların bütününe cast denir ve “cast”ı senarist ve
yönetmen bizim karşımıza bitmiş bir filmin kurgusunda çıkarır. Sinemanın en
temel yabancılaştırıcı yönü de bu birbirinden bağımsız bileşenlerin bir araya
gelerek sanki sahici bir hikayenin parçasıymış gibi yapmalarıdır. Zaten hikaye
kurgudur, oyuncular rol yapmaktadır ve karşımızda değil bir film şeridinin
karesinde gizlenmişlerdir.
Ancak filmin hikayesi ilerledikçe; film bize ana oğulun birlikteliğine dair sahici bir
mesaj veriyor. Almanya’dan Hong Kong’a oğlunu görmeye giden anne ona ulaşamıyor
bir türlü. Filmin minimalist ve durağan akışı içinde bunun neden böyle olduğuna
dair fazla bir ipucu yok. Ama biz biliyoruz ki filmi aslında ana karakterin
oğlu yönetmektedir. Anne kameranın
önünde ve gözümüzün önündedir. Oğlu ise arkasındadır ve haliyle onu görmemiz de
imkansızdır.
Gerçekten filmin senaryosunu yazanlar böyle düşündü mü
bilmiyorum. Diğer yanda yönetmen ve
oyuncunun baba/anne-kız/oğul olduğu pek çok film tabii ki çekilmiştir.
Ancak Ağaç ve Su’yu ayırt eden anne/oğul
ilişkisinin oyuncu/yönetmen ilişkisinin önüne geçen tasviridir. Annesini bir oyuncudan ziyade bir gezgin
olarak karşımıza çıkarır oğul yönetmen. Almanya’da ormanların içinde başlayan
hikaye yine Almanya’da bir deniz kenarından uzak doğunun belki de en yoğun
metropolüne yol alır ve tekrar döngüsel biçimde başlangıç noktasına geri döner.
Bu seyahatin bazen bir resmin yavaşlığına kadar düşen
temposu içinde annesinin hayatına hem bir retrospektif hem de eşlikçilik yapar “oğul/yönetmen”.
Annesi ile kendi hakkında dedikodu yapan kardeşine inat
yine de Hong Kong’a kadar getirir buluşmak için. Ve kardeşini haklı çıkaracak şekilde
buluşamadan geri yollar Almanya’ya.
Hong Kong’da protestoların tam ortasına düşen annesini uzaktan izlemekle yetinir. Başını
hiçbir derde sokmadan sakince yeni insanlarla tanışan ve kaderinin o zamana dek
çizdiği yola dair tereddüt duymayan bu kadına belki de hayranlığını ifade eder.
Hayatın sıradan zamanların birleşiminden fazlası
olmadığını sinema diliyle anlatan Ağaç ve Su’nun bir seyirliğin ötesine geçtiği
nokta tam da bu anne oğul ilişkisinin hikayenin merkezini oluşturması. Bir
oğul; annesini Hong Kong’a kadar çağırıp sonra görüşmeden geri yollayacak kadar
duyarsız olabilir mi? Annesini
psikologuyla görüştürüp dertlerinden haberdar etmesine bakacak olursak bunu
yapmak için bolca da mazereti var
aslında.
Ağaç ve Su’yu sinemanın o dönüşüme kapalı gibi görünen
yapısı içinde yeni imkanların bir denemesi olarak değerlendirmek mümkün.
Sinemasal bir dille aile bağları içiçe girebilir mi?
Sinemanın toplumsal olanla bireysel olanı, sahte ile
gerçeği, uzak ile yakını ve doğal ile yapay olanı birlikte anlatması belki de tam
böyle mümkün olabilecek.
Ağaç ve Su yeni sinemanın artık bize hayali hikayeler
anlatmanın yetmediğini gösterme yolunda bir adım olduğunu düşünüyorum. Ve hayatın ve filmin kahramanının çok uzakta aranmasına gerek olmadığına inanıyorum
Yorumlar
Yorum Gönder