BİR BAHAR AKŞAMI RASTLADIM SİZE ALEV ALMIŞTINIZ
İnsanlık tarihinin son 150 yılına kadar doğayı veya diğer
insanları resmetmek, sadece bazı yetenekli insanlara bahşedilmiş bir şanstı.
Bugün objeyi değil o objenin çağrıştırdıklarını yada
imgesini resmetmek gerçek sanat olarak adlandırılıyor.
Somut olan değil soyut olanın peşinde sanatçı.
Oysa öncesinde, soyut olanın bile somuta evrilmesi için
çaba harcadı insanlık. Hiç görmediği yerleri, olayları, kişileri sanki karşısında gibi resme dökmesi gerekiyordu.
Resim sanat olmanın ötesinde bir belgeleme niteliğini de taşıyordu.
İnsanlığın son 1.5 asırda keşfettikleri ile bambaşka bir
insanlık macerası başladı. Bugün bir sureti ele geçirmek , saklamak, başkasıyla
paylaşmak mesele olmaktan çıktı. Kameralar suretleri hiçbir ressamın
başaramayacağı gerçekçilikte kayda alıyor çünkü.
Bundan çok uzak olmayan bir geçmişte, bugün teknoloji adına
sahip olduğumuz hemen hiçbir varlığa sahip değildik.
Modern öncesi dönemin kavramları da farklıydı. Modern
öncesi insanla modern insanın belki de tek ortak noktası çıplak halleridir.
18.yüzyıl henüz
bitmemişken soyluluk ve sanatın kesişim kümesinin geniş zaman dilimine tarihlenen
film “Güzelliği” bir materyal olarak kullanıyor:
Rüzgarla uçuşan bir sahil, sonbaharın binbir renkleri ve
bütün bunların üzerine güzellik yarışmasından fırlamış gibi kadınlar.
Tek eksiğin erkekler olduğu ve aslında erkeklerin
kadınların “getir götürünü” yaptığı bir film de diyebiliriz.
Zeki Müren’in unutulmaz sesinden dinlediğimiz bu şarkıdaki
gibi konuşuyor herkes:
“Bir bahar akşamı
rastladım sizeSevinçli bir telaş içindeydiniz
Derinden bakınca gözlerinize
Neden başınızı öne eğdiniz”
Toplumsal normların zerre dışına çıkmadan
bireyselliklerini sonuna dek yaşayan kadınlar aslında çağın yada zamanın ruhunun üflediği öze biçim veren birer mitolojik varlığa dönüşüyor.
Orfeo ve Eurydice mitinin izinde birbirlerini bulan ve
kaybeden sevgililer için yaşadıkları anın kıymeti, bu anların tekrar
gelmeyeceği gerçeğinin ötesine geçiyor. Mitolojik hikayede yer alan bakmak,
görmek ve kaybolmak metaforları filmin de ana teması aslında.
Resmeden ressam bir süre sonra resmedilen nesnenin
ilgisini çeker. Bu izleyenin izlenen olmasına dönüşür. Görmek için bakmak gerek
sözünün tam da anlamı budur işte.
Görmek, bakmak, birlikte olmak ve sonra ayrılmak. Unutmadan hayatı devam ettirmekse onlara
kalan mirastır.
İntihar eden abla, kürtaj olan hizmetçi, şarkı söyleyen
sıradan kadınlar, tütünle dumanlanan zihinler, manastırı özlemek ve ondan
nefret etmek : Tüm bu yan hikayeler ise her biri izleyenin zihnine bırakılmış
soru işaretleri misali kıvrılıp durmaktadır. Bütün bunların ortak paydası ise
kadın dünyasına ait olmaları. Ortada ne bir savaş, ne bir çekişme, ne bir kavga
ne de bir gelir paylaşım mücadelesi var. Ataerkil topluma geçildiğinden bu yana
kadınların önemsiz işlere koşulduğu efsanesinin de ters yüz edilmesine şahit
oluyoruz.
Proust’un “çiçek açan genç kızları”na bir gönderme olan ismiyle “alev alan genç kızın” alevi söndüğünde artık yanında bir erkek vardır.
Köz ise ressam ile geçirdiği zamandan kalmadır. Bir
kitabın 28. Sayfasının kıvrılan kenarından bizi tüm kızıllığıyla selamlar.
Ressamın ateşi ise hiçbir zaman sönmeyecek şekilde
yanmaktadır. Orfeo’nun hikayesini erkek ressamların anlattığından çok farklı
biçimde resme döker. Orfeo veEurydice’in birbirlerini gördükleri anı
ölümsüzleştirir. Resmin büyük sergiye katılması için babasının imzasının
kullanılması gerekir. Ama biz aslında resmin gerçek sahibinin kızı yani ana
karakterimiz olduğunu biliriz.
Film Vivaldi’nin Mevsimleriyle ve alevlerini göz yaşıyla
söndüren (artık genç kız olmayan) portreyle biter.
Hayatın tüm renklerini ve yılın tüm dönemlerini müziğe
aktaran Vivaldi bir erkek olarak filmde rol çalmayı belki de tam bu yüzden
başarır.
Yorumlar
Yorum Gönder