tez
Finansal kriz, gelişmiş
kapitalist ekonomilerin içsel sorunlarından kaynaklanan bir olgu olarak,
özellikle 20. yüzyılın sonları ve 21. yüzyılın başında küresel ekonomileri
önemli ölçüde etkilemiştir.
Borçlanmanın ve borç
araçlarının çeşitlenerek çoğalması, bu araçların krizlerle ilişkisini de
artırmıştır. Minsky’ye göre, kapitalist ekonomilerdeki krizler, finansal
sistemin kendi dinamiklerinden kaynaklanan istikrarsızlığın bir sonucudur.
Minsky; Finansal İstikrarsızlık
Hipotezi’nde, ekonomik istikrar dönemlerinin firmaların ve bireylerin borçlanma
yoluyla riskli finansal davranışlara yönelmesine yol açtığını ve bunun
nihayetinde finansal krizlere neden olduğunu belirtir. Minsky, krizleri aşırı
borçlanma ve spekülatif balonların çökmesiyle ilişkilendirir. Ona göre,
kapitalist ekonomi doğal olarak döngüseldir ve “istikrar, istikrarsızlığı
doğurur.”
İstikrarsızlığın sistemin
doğasında olduğu görüşü, 1980’lerden itibaren yaşanan ve 2008 Amerika kriziyle
zirveye ulaşan bir dizi ekonomik sarsıntıyla giderek daha fazla kabul
görmüştür. 1970’lerdeki petrol şoklarının ardından, 1980’li yıllarda para hareketlerinin
hızlanması, önemli bankacılık krizlerine yol açmıştır.
Bu krizlerin öncüsü, kuşkusuz
Latin Amerika borç krizidir. Egemen devletlerin borç ödeme kapasitesinin
sınırsız olduğuna güvenen, özellikle Amerikan bankaları, sistemin sınırlarıyla
karşılaşmış ve ciddi kayıplar yaşamıştır .
1990’lı yılların başında
İskandinav ülkeleri ve Japonya kaynaklı finansal krizler, dünya genelinde
önemli etkiler yaratmış ve ekonomik faaliyetleri sekteye uğratmıştır.
İskandinav krizinin temelinde, konut piyasasındaki dengesizlikler yer almıştır.
İsveç ve Finlandiya’da varlık fiyatlarındaki çöküş, kredi ödemelerinde
aksamalara neden olmuş; bu da bankaların ciddi zararlarla karşılaşmasına yol
açmıştır. Uzak Doğu krizi ise daha karmaşık nedenlere dayanmaktadır; döviz kuru
krizi bunların başında gelir.
Bununla birlikte, bu krizlerin
oluşumunda kredi piyasasındaki düzensizlikler hem sebep hem de sonuç olarak
önemli bir rol oynamıştır.1990’lar boyunca görece sınırlı ekonomileri etkileyen
bu krizler, kredi süreçlerine dair bakış açısını önemli ölçüde şekillendirmişse
de asıl etki, 2008 ABD ipotekli kredi krizinde görülmüştür. Dünyanın en büyük
ekonomisini sarsan bu krizin temelinde, kredi mekanizmasındaki aksaklıklar
yatmaktadır.
Kriz kaçınılmaz bir durum
olarak kendini gösterirken çözüm olarak farklı yaklaşımların ortaya konması
gündeme gelmeye başladı.
Finansal sistemin karşılaştığı
bu sorunları çözümlemede ortaya atılan temel ve görece yeni kavram, İngilizce
“Macro Prudentiality” olarak ifade edilmiştir.
“Macro” Yunanca kökenli bir
sözcük olup ölçekte veya alanda genişliği ve büyüklüğü ifade eder.
“Prudentiality” ise “prudence”
sözcüğünden türemiştir ve bilgi, içgörü, sağduyu anlamlarına gelir.
Bu iki sözcüğün bileşimi,
esasen
“büyük ölçekte sağduyu, içgörü
ve bilgi sahibi olma” anlamını taşır. Bu konudaki bu etimolojik detayın önemi
vurgulanmalıdır. Bu detay özellikle kavramın Türkiye uygulamasında aldığı
şeklin oluşumunda önemli bir role sahiptir.
Türkçeye Makro İhtiyatlılık
olarak yapılan çeviride Yunanca kökenli ilk kavram yani “Macro/Makro” korunurken
ikinci kavram yani Prudence İhtiyatlılık olarak karşılık bulmuştur.
İhtiyat: Herhangi bir
konuda ileriyi düşünerek ölçülü davranma; sakınma. Anlamında olup ihtiyatlılık
yada ihtiyati bunun sıfat hali olarak tanımlanabilir.
Söz konusu kavramın ilk olarak
1979 gibi erken bir tarihte ortaya atıldığı belirtilmektedir. Ancak kavramın
asıl kullanımı, bahsi geçen krizlerin ardından yaygınlaşmıştır.
Türkçeye “ihtiyat” olarak
çevrilse de “prudent” kelimesinin doğru karşılığı aslında “sağduyulu davranış” tır.
Türkçedeki “İhtiyatlılık” ifadesinin doğru karşılığı ise “cautious” olacaktır. Kavramın kullanım
kolaylığı nedeniyle Türkçeye “makro ihtiyatlılık” olarak çevrilmesi, ilerleyen
dönemde ortaya çıkan pek çok anomalinin de dolaysız nedeni olarak
görülmektedir. Genel anlamda ihtiyatlı olmak, sağduyulu olmanın bir alt
kümesidir. Bu nedenle, kavramın Türkçeye “makro ihtiyatlılık” olarak
çevrilmesi, başlı başına yönlendirme amaçlayan yada başta bu amaç olmasa da
sonrasında yönlendirme yaratan bir tercih olarak değerlendirilmekte ve manipulatif
bir çerçevenin oluşumuna katkıda bulunulduğu kanısı ağırlık kazanmaktadır.
Türk bankacılık sisteminde “ihtiyat” kavramı
geleneksel olarak “emniyet” şeklinde ifade edilmiştir. Esasen ihtiyatın ikinci
anlamı da yedekleme yada yedek akçedir. Ancak “emniyet” tek başına
kullanılmamış, “seyyaliyet” ve “randıman” kavramlarıyla birlikte
değerlendirilmiştir. Emniyet, seyyaliyet ve randıman kavramları, bir arada
bankacılığın karlılık, likidite ve sürdürülebilirlik çerçevesinde yürütülmesini
ifade eder. Bu bağlamda, “makro ihtiyatlılık” olarak Türkçeleştirilen kavramın
doğru karşılığı, “büyük ölçekte yürütülen sağlam/sağduyulu politikalar” olarak
tanımlanmalıdır.
İhtiyatın Türkçede sakınma
yedekleme anlamı; kavramın içselleşmesinde ve anlamın farklı boyutlara
taşınmasında önemli rol oynamıştır. Politika yapıcılar pozitif ama muhafazakar bir
nitelik olan ihtiyat kavramını makro kavramıyla birleştirerek kabullenmeyi
kolaylaştırmış ve hızlandırmışlardır.
Ancak kavramın prudence
içeriği bu noktada bozulmaya uğramıştır. Prudence içerik ihtiyatı da içerir
ancak ihtiyat burada sadece bir boyuttur. Bu yönüyle kavramın Türkçeye
aktarımında önemli bir bozulma (distortion) oluştuğundan söz etmek abartı
olmayacaktır.
Tez akışında, Türkiye
uygulamasında “makro ihtiyatlılık” terimi yerleşmiş olduğu ve uygulamalar filiiyatta
da “ihtiyat” kavramı eksenine sıkıştığı için
çoğunlukla bu ifade kullanılacaktır. Ancak literatür kapsamında konunun
değerlendirilmesi aşamasında, kavramın doğru çevirisi olan “Geniş Kapsamda
Sağduyulu/Öngörülü” olma tanımlamasına da zaman zaman yer verilecektir.
Türkiye’de makro ihtiyatlı
önlem uygulamaları, yukarıda belirtilen tanım tercihi nedeniyle dünyadaki
uygulama ve hedeflerden uzaklaşarak bankacılığı baskı mekanizması altına alan
bir şekle dönüştürmüştür.
İhtiyatlılık yaşamın her
alanında ve iktisadi tercihlerde genel
olarak olumlu bir nitelik olsa da asıl olan sağduyulu/öngörülü olmaktır.
Sağduyu, ihtiyatı içerir ancak ondan daha geniş nitelikler taşır. Türkiye
ekonomisini 2001 krizinin hemen ardından, 2025’e kadar izlediğimizde,
makroekonomik istikrar açısından sağlanan önemli kazanımlar ve kayıplar göze
çarpar. 2001’den Türkiye’ye baktığımızda, kronik enflasyon, finans kesimindeki
yetersizlikler, ürün sığlığı ve kaynakların ekonomiye geri dönüş sağlayamaması
gibi yapısal sorunlar dikkat çeker. 2001’den itibaren uygulanan programlarla
2010’ların başına kadar Türkiye, bu olumsuzlukları büyük ölçüde aşmış ve
makroekonomik verilerinde istikrar sağlamış bir ülke görünümü sergilemiştir.
Faiz, kur ve enflasyon
üçlüsünde sağlanan iyileşme, ülke tarihinde daha önce ulaşılmamış seviyeleri
işaret eder. Türkiye ekonomisinde sağlanan bu gelişmeyi bazı yazarlar dönemsel
konjonktüre dış faktörlere ve uluslararası para akışlarına bağlamaktadır.
Bununla beraber Türkiye’nin istikrar ve istikrardan kopuş dönemlerini bu
anlamda mukayese ettiğinizde bu açıklamayı tek gerekçe olarak destekleyen bir
konjonktürden söz etmek olası değildir.
Türkiye ekonomisindeki iç
dinamikleri geri plana iterek temelde dış faktörlere dayalı olarak yapılan bu
analizlerin uzun dönemde sinizm olarak tanımlanacak bir sonuca varacağı
düşünülmektedir. Türkiye’de ekonomik gelişmelerin sadece dış konjonktüre
bağımlı seyrettiğini ifade etmek ve ülke içi kararların, dinamiklerin ve
bunların sonuç ve etkilerini yadsımak bu yönüyle bir sinizm ve tek boyutlulul
olarak tanımlanacaktır.
Türkiye’de ekonomik
dönüşümlerin finansallaşmanın, yurtdışı entegrasyonunun ve finansal ürünlerde
çeşitlenmenin yoğun bir biçimde yaşandığı dönemlerin göz ardı edilmesi analizde
miyop bakışa yol açabilecektir. Esasen bu tutum dünyadaki değişimlerin en hızlı
gerçekleştiği bir dönemde Türkiye’nin sadece uydu bir ekonomik yapıya sahip
olduğunu savunmaktır..
Diğer bir ifadeyle Türkiye
ekonomisinde temel makro verilerde sağlanan iyileşmeyi ve bunun finansal
sistemdeki karşılıklarını göz ardı etmek bu dönemi tamamen dış konjonktürün bir
sonucu olarak görmek pek çok açıdan eksik bir analiz sonucu doğuracaktır.
Türkiye’nin dışa bağımlılığı ve uluslararası para hareketlerinden etkilenme
konusundaki kırılganlığı göz ardı edilemez. Bununla beraber Türkiye
ekonomisinde makro istikrar döneminin geniş bir bakışla yaklaşık 15-18 yıl gibi
uzun bir döneme yayılması bu dönemin dünya ekonomisinde aynı etkilerin geçerli
olması için fazlasıyla uzun bir süre olduğu gözden kaçırılmamalıdır.
Söz konusu dönemin analizi pek
çok ekonomist tarafından derinlemesine yapılmıştır. Çalışmamız çerçevesinde bu
tartışmaya yeniden girilmeyecektir. Bununla beraber Türkiye ekonomisinin en
temel makro göstergelerinde ortaya çıkan dönüşümün göz ardı edilmemesi gerekir.
Türkiye ekonomisi söz konusu
dönemde sadece faiz, kur ve enflasyon
açısından istikrar elde etmemiş bu istikrarın dolaysız sonuçlarını da finansal
sistemini büyüterek ele alabilmiştir.
Ancak bu olumlu istikrar görünümü
2015’ten itibaren olumsuz bir trend içine girmiş, 2018’den sonra bu olumsuzluk
daha belirgin hale gelmiş ve 2021’den sonra ise izleri kolay silinemeyecek bir
iktisadi kayıp dönemi oluşmuştur.
Bütün bu süreç boyunca, makro
ihtiyatlılık kavramı bizi 2010’ların başından itibaren çok yakından takip
etmiştir.
Kavram özünde 2008 Amerika krizinden ödünç alınmış, ancak
Türkiye’de uygulanışı iktisadi alanın neredeyse tamamıyla ilişkilendirilmiştir.,
Bankacılığın kendi iç
dinamikleri kuralları ve risk yönetimi araçları yerine geçecek şekilde makro
ihtiyati önlemler ekonomi yönetimi için bir finansal araca dönüşmüştür.
Makro ihtiyatlı önlemler temel
hedefi olan sistemik riskin giderilmesi amacının çok ötesinde bir kullanım
sahasına yönelmiştir.
Örneğin bağımsız bir hedef
olarak ithalatın kısıtlanarak dış açığın azaltılması için kullanım alanı
bulmuştur. Bankacılık sisteminin kendi dinamikleri içinde kredi ile olan
ilişkisine bu amaçla müdahele edilmiştir. Bankacılık sisteminde kredi
kullanımının kısıtlanması yoluyla tüketimin azaltılacağı ve ekonominin soğutulacağı
öngörülmüştür.
Sistemik riskin kavramsal
kurgusu açısından öngörülmeyen bir şekilde geniş tanımlanması olarak ifade
edilecek bu strateji bir süre sonra kavramı bütünüyle kendi öz anlamının dışına
çıkarmış ona yepyeni bir kimlik kazandırmıştır.
Özellikle bireysel kredi
alanında yapılan düzenlemeler ; bireylerin tüketim tercihlerinde rasyonaliteden
kopuk oldukları ve kredi kanallarının açık olması nedeniyle daha fazla tüketim
yapacakları konusunda bir öngörüye dayanmıştır. İrrasyonel birey kurgusu
üzerine bina edilen ihtiyatlı politika seti, yasaklama suretiyle ekonomiyi
regüle etme amaç ve hedefini önceliklendirmiştir.
Bununla beraber politika
merkezinde yer alan sistemik risk
kavramında amaç tüketimi kısmak/ithalatı
azaltmak/yatırımları artırmak vb hedefler değil finansal sistem üzerindeki
baskıyı azaltmaktır. Tüketimi kısmak için krediyi azaltmak, tüketimin sadece krediyle yapıldığı konusunda
bir ön çalışmayı gerektirir. Aynı durum ithalat vb başlıklar için de
geçerlidir. Türkiye özelinde makro ihtiyati model finansal sistemin korunması
amacını aşmış ve bunun çok ötesinde genel ekonominin alanında yer bulmuştur.
Cep telefonu ithalatından
araba satışlarına kadar her alanda bir makro ihtiyatlılık uygulaması söz konusu
olmuştur.
“Macro Prudentiality” kavramı
ile dünya genelinde üzerinde uzlaşılan ve tanımı konusunda anlaşılan finansal
kavram ülke içi “Makro İhtiyati” kavramında farklı bir içerik kazanmıştır.
Ekonomiyle ilgili beklentiler
finansal sistem manipüle edilerek realize edilebilir olarak öngörülmüştür.
Finansal sistemde “ riskin ana
çerçevesi ve esası” olarak finansal
hizmet veren kurumların sağlıklı faaliyet gösteriyor olması gerekirken
Türkiye’de çok daha geniş bir çerçevede ekonomin geneli olarak tanımlanır hale
gelmiştir. Finansal kurumların fonksiyonlarının sorunsuz ilerlemesi; yerini çok
daha geniş anlamda ekonominin bütünü için çözüm reçetelerine bırakır konuma
getirmiştir.
Bu konuda en çarpıcı ve
tartışmayı net biçimde ifade eden örneklerden biri Erdem Başçı’nın
görüşleridir. 2014 yılında dönemin Merkez Bankası Başkanı Erdem Başçı, makro
ihtiyatlı önlemlerin faizi bile düşürdüğünü ifade
etmekten çekinmemişti. Bankacılığı, hatta geniş tanımıyla finans alanını
sağduyuyla yönetmesi gereken bu kavram, Türkiye’de neredeyse her derde deva,
başka bir ilaca ihtiyaç duyulmayan bir çözüm anahtarına dönüşmüştü.
Yukarıda belirttiğimiz üzere
kavramın İngilizce karşılığında yer verilen tanım “Prudentiality” yani
Sağduyulu/Öngörülü olmak olarak yer almaktadır. Burada sağduyulu olması gereken
finansal kurumdur. Sağduyu kriteri ise temel olarak borçlunun ödeme
kapasitesinin aşılmamasıdır. Korunması hedeflenen istikrar ise finansal
kurumların bütünlüğünü muhafazası ile ilişkidir. Türkiye uygulamasında ise
sağduyululuk kavramı içine ekonominin farklı alanlarına dair varsayımlar ve
bunların yönetilmesinde finansal kurumların aracı olabileceği öngörüsü
yerleştirilmiştir.
Bu noktada varsayım sistemik
risk yönetiminde en önemli unsurlardan biri olan test ve simülasyonun yerine
geçmiş onu ikame etmiştir.
Adeta basit Aristo mantığına
dayalı kurgular ile yol alınmıştır.
Varsayıma dayalı olarak Makro
İhtiyati önlem kurgusu esasen Macro Prudent anlayışla taban tabana zıttır.
Prudent anlayışta kurgunun temeli simülasyona, test sonuçlarına dayanır ve bu
çalışmaların paydaşlarla şeffaf biçimde paylaşılmasını gerektirir. Türkiye
uygulamasında karşımıza çıkan ise şeffaf paylaşımdan ziyade dikte edilen ve ani
biçimde hayata geçen kısıtlayıcı düzenlemelerdir.
Peki, bütün bu politik ve
iktisadi planlamalardan sonra sonuç ne oldu? Dünyanın belki de en ihtiyatlı
iddiasındaki makro uygulamalarla geçen yılların sonunda, Türkiye’de faiz, kur
ve enflasyon kelimenin gerçek anlamında patladı. Bunca tedbir boşa gitmişti.
Gerçekten bir tedbir mi vardı, yoksa tedbir görünümü altında ekonomiyi manipüle
etmek yada ekonomi yönetiminin asli faaliyetlerinden kaçınmasına imkan vermek mi
asıl amaçtı? Başçı’nın açık yüreklilikle itiraf ettiği şekilde, bankacılıkla
oynayarak sistemin yönetilebileceği düşüncesi mi ağırlık kazanmıştı?
Glavan’ın 2014’te Makro
İhtiyati bakışa karşı şüpheci duruşa dair yazdıkları, Türkiye’de makro ihtiyat
adı altında yapılan uygulamaların pek çoğuyla neredeyse birebir örtüşmektedir. Glavan
Makro ihtiyati önlemlere dair kuşku içindedir. Bu kuşkusunun temel sebebi ise
kamu otoritesinin durumu ve duruşudur. Glavan’a göre “Piyasa
başarısızlığı modellerinin yalnızca özel borçlanmayı sorunlu görür ancak
gerçekte, kamu borçlanması ve hükümet politikalarının sistemik riski artırır”
“"Sistemik risk,
büyük ölçüde, regülatörlerin kötü tanımlanmış ihtiyatlı nedenler altında dünya
çapında uyguladığı antirisk politikalarının sonucudur."
Glavan’ın yazdıklarını göz önüne
aldığımızda ortada önemli bir risk olduğu görülmektedir. Bu risk açık bir biçimde tanımlanmış ve tarif
edilmiştir. Makro ihtiyati önlemlerin kamu otoritesinin keyfi süzgecinden değil
bunu pozitif analizlerle aşan objektif bir çerçeveden beslenmeye ihtiyacı
vardır.
Türkiye uygulamalarına
bakıldığında objektif çerçevenin yerini düzenleme iştahının aldığı ve sistemin
tüm bileşenlerinin özel kesim borçlanmasını karşısına alarak çözüm arayışı
içine girdiği görülmektedir.
Üstelik bu özel kesim
borçlanmasında bireysel ve ticari kesim arasında da seçim yapılmakta sorunun
bireysel borçlanmadan kaynaklandığı yargısı peşin olarak kabul edilmektedir.
Öte yandan yoğun makro ihtiyati
tedbirerle bireysel borçlanmanın kısıtlanıp sınırlandığı dönemde ticari
borçlanmanın önü devletin (sınırlı olmakla beraber algısal olarak sınırsız
olarak lanse edilen) garanti ve kefaletiyle
açılmaktaydı. 2017 yılı KGF PGS sistemi ile kredilere devlet kefaleti sağlanmak
suretiyle geçmiş dönemde kredibilitesi yetersiz olan firmalara taze kredi
vermenin önü açılıyordu. ,
Bu yönüyle bakıldığında bir
taraftan kredi koşulları hafifletiliyor diğer yandan kredi balonu şişiyordu.
Amerika İpotekli Borç krizi bundan daha
iyi taklit edilemezdi.
Bu tez kapsamında amacımız,
öncelikle kavramsal düzeyde makro ihtiyat adı altındaki düzenlemelerin ve buna
ilişkin olarak yaratılan algının kurgulanış biçimini sorgulamaktır.
Makro ihtiyat kavramının
Türkiye’de literatüre giriş biçimine bakıldığında sürecin dünya ile paralellik taşımadığı, Başçı ve
benzeri siyasi ve yarı siyasi figürlerin bu konuda bilinçli bir yönlendirme
yaptığı görülmektedir.
Kavramın Türkiye’de akademik
çevrelerde ele alınışında ise uygulamaların genel bir mutabakatla benimsendiği
ve uygulamaların başarısının büyük ölçüde teyit edildiği görülmektedir.
Konuya dair hazırlanmış
akademik tezler incelendiğinde
uygulamaların spesifik bir başarı elde etttiğinin kanıtlanma çabası göze
çarpar. Bununla beraber bu konuda daha ayrıntılı bir gözle bakıldığında makro
ihtiyati önlemlere yönelik destekleyici bulguların sonuçlarla çok da
örtüşmediği ve beklenen hedeflerin sağlanmadığı görülmektedir.
Hedefler kısmi olarak
sağlanmış ama ihtiyat tedbirlerinden ziyade makro ekonomik verilerin
belirleyici olduğu teyit edilmektedir.
Bu konudaki akademik tezlerin
hemen tamamı Makro İhtiyati Önlemleri ekonomik sorunların çözümlenmesi
açısından ele almakta ve kavramın asıl muhatabı olan sistemik risk konusuna yer
vermekten ise kaçınmaktadır. Sistemik riske atıf vermeksizin hatta sistemik
risk kavramına yer vermeksizin tamamlanan çalışmalar gözlenmektedir.
Makro İhtiyati Önlemlerin
totolojik olarak başarısını değerlendirme amaçlı tezlerin ağırlıkta
olduğu görülmektedir. Kredileri
kısıtlama amaçlı önlemlerin kredileri kısıtlaması kanıtlanmaktadır. Bu noktada
akademik kesimin tutumu anlaşılabilirdir. Kamu otoritesinin uygulamalarının
rasyonel ve kendi içinde planlı olacağı öngörüsü kabul edilebilir bir bakış
açısıdır. Bununla beraber sektör bakışıyla ve kavramın asıl amaçları dikkate
alındığında bu yaklaşımın sığ kalacağı aşikardır.
Bu noktada araştırmacıların da kavramın
manipüle edilmiş anlamına yöneldikleri kanısı ağırlık kazanmaktadır. Para ve Maliye politikası alanındaki
uygulamalar bir kenara bırakılarak sadece Makro İhtiyati önlemler yolu ile
makro ekonomik istikrarın sağlanabileceği yada sağlandığı yönünde çalışmalar
karşımıza çıkmaktadır.
Bu yönüyle Türkiye akademik
çevrelerinde makro ihtiyati kavramının tanımına dair önemli bir belirsizlik
olduğu kanaati ağırlık kazanmaktadır. Kredileri kısıtlayarak ekonomiyi soğutma
veya kaynakları “allocate” etme yani dağıtma makul bir çaba olarak
görülmektedir. Öte yandan “ihtiyatlı olma” kavramının da genel olarak regüle etme ve sınırlama içeriği
nedeniyle pozitif bir değer olarak algılandığına kuşku yoktur.
Genel konsensusun bu denli
ortaklaştığı dikkate alındığında, bu konuda farklı bir argüman ortaya koymanın
riskleri olduğu açıktır. Türkiye’de makro ihtiyatlılığa karşı duruş pek fazla
rağbet gören ve destek bulan bir tutum değildir.
Ancak akılda tutulması gerekir
ki bir kavramın asli içeriğinden soyutlanarak farklı bir kavrama dönüşmesi, bu
kavram adına yapılan uygulamaların kendi içinde tutarlı olmasıyla haklı duruma
gelmez.
Türkiye’de makro ihtiyat
kavramının sağduyu içeriğinden soyutlanarak ihtiyat anlamına hapsedilmesi ve bu
ihtiyatlılığın kavramın içeriğinde olmadığı şekilde hayata geçirilmesi, bir
süre sonra bankacılığı kendi iç dinamiklerinden uzaklaştırma, rekabetten ve
inovasyondan kopuk, kamusal bir bütçe aparatına dönüştürme riski taşır. Tam da
Glavan’ın işaret ettiği sürü davranış tipolojisi için zemin oluşur.
Türkiye uygulamasında makro
ihtiyat uygulamalarının yakınsadığı tek ülke, Çin olarak ortaya çıkmaktadır.
Özgün bir komünist rejimle yönetilen bir ülkenin, NATO üyesi ve AB adayı bir
ülkeyle ekonomi yönetiminde benzeşmesi, üzerinde düşünülmesi gereken bir alan
olarak görülmektedir.
Foucault, Wittgenstein ve
Habermas gibi düşünürler, anlam kayması üzerine eleştiriler yapmışlardır.
Wittgenstein’ın dil oyunları teorisine göre, anlam bağlama bağlıdır; bir
kavramın yanlış bağlamda kullanılması, onun epistemik değerini (bilgiye
katkısını) zedeler. Bir kavramın yanlış yorumlama, ideolojik manipülasyon veya
popüler kültür etkisiyle orijinal anlamını kaybetmesi, Habermas’ın iletişimsel
rasyonalite kavramıyla ilişkilendirilebilir. Yanlış iletişim, kavramın
toplumsal işlevini bozar. Bir iktisadi kavramın yanlış bilgi veya önyargılar
nedeniyle epistemolojik olarak çarpıtılması, bilginin doğruluğuna dair bir
sorun yaratır.Foucault’nun bilgi-güç ilişkisi de bu noktada altı çizilmeye
değen bir kavramsallaştırmadır.
Kuramsal düzeyde
değerlendirdiğimizde Macro Prudentiality yerli Makro İhtiyat kavramı ile Türkiye
uygulamasında farklı bir boyuta taşınmıştır.
Türkiye’de Makro ihtiyatlı
önlemlerin bankacılığı sınırlama çabası, bir süre sonra kendi içinde bir amaç
ve kabullenilmiş bir süreç haline gelmiş, sorgulanamayan bir yapı
oluşturmuştur. Türkiye ekonomisinin krizle tanışmasını engelleyemeyen bu
uygulamaların, krizin sebebi olduğunu iddia edecek kadar geniş bir iddia ortaya
konulmamakla birlikte, Türkiye’de bankacılık sektörünün aktif büyüklüğünün
dünya sıralamasında gerilemesi, bu uygulamaların bunda payı olduğunu öngörmeyi
makul kılar.
Dünya Bankacılık sisteminde
ülkeler arasında mukayese açısından elimizde olan Kredi/GSMH verisi ile ülke
makro istikrarı arasındaki pozitif korelasyon bu noktada bizi yönlendirebilecek
bir detaydır. 2000’lerin başına kadar dışa kapalı, enflasyonla boğuşan bir
ülkenin bu verilerdeki seviyesi ile 2000’ler sonrasındaki düzeyi mukayese etmek
bile bu alandaki gelişimi göstermektedir. Türkiye ekonomisinde makro istikrarın
kaybolduğu son 10 yılda ise söz konusu verinin giderek kötüleştiği
görülmektedir.
1991-2022 yılları arasında
Türkiye’nin en büyük özel bankasında genel müdürlükte ve şubelerde perakende
bankacılık alanında görev yapmış bir sektör çalışanı olarak, hem tanığı hem de
öznesi olduğum bu dönemin uygulamalarına dair kişisel deneyimlerim, tezin
oluşumuna doğrudan katkı sağlamıştır. Bu nedenle tez, nicel ve nitel yöntemler
arasında konumlanmaktadır. Türkiye ekonomisinde makro istikrar anlamında
2010’ların başına kadar elde edilen kazanımların çoğunun yitirilmesine yol açan
sürecin sebepleri konusunda farklı görüşler mevcuttur. Ancak 2025 sonu
itibarıyla temel makroekonomik verilerin henüz kabul edilebilir seviyelerin çok
uzağında olduğu görülmektedir. Bu
nedenle kriz veya istikrarsızlık süreci tamamlanmış da değildir. Bununla
birlikte, dünya ortalamasından belirgin şekilde sapan temel makro verilerin
varlığı, tereddüt edilmeyecek bir tablo sunmaktadır. Bu sürece ulaşılmasında
yalnızca dış konjonktür veya yanlış politikaların rol oynadığını iddia etmek,
Türkiye’nin iç dinamiklerine dair önemli tercihleri göz ardı etmek anlamına
gelir ve önemli bir eksiklik olarak değerlendirilmelidir.
Konuya dair akademik
çalışmaların ağırlığı, makro ihtiyatlı önlem setlerinin faydalarına ve
ekonomiye katkısına odaklanmış olsa da, ortaya çıkan sonuç, bu yoğun makro
ihtiyat deneyiminin krizleri önleyemediğini göstermektedir. Bu çalışmada,
Türkiye’de makro ihtiyatlı çerçevenin para ve maliye politikalarının, dış
ticaret politikasının bir aracı haline gelmesi üzerinde durulacaktır. Kavram sağduyu
içeriğinden soyutlanarak ihtiyat
içeriğine sıkışmıştır. Asıl amaç olan sistemik riskin ise neredeyse hiç zikredilmediği
görülmektedir. Bankacılık uygulamalarının kayıtdışıyla mücadele veya piyasa
istikrarsızlıklarını önleme gibi alanlarının da eş zamanlı feda edilmesi
sözkonusu olmuştur ki bu alandaki olumsuzlukların telafisi de önemli kaynak
aktarımını gerektirmektedir.
Bu bağlamda, yapısal reform
hedefleyen ülkede, bankacılık sektörünün
bilanço yapısında kamusal güçle yaratılan çarpıklığın arka planında makro
ihtiyatlılık gerekçelendirmesi olduğu konusunda güçlü karineler bulunmaktadır.
Türkiye uygulamasında makro
ihtiyatlılığın ulaştığı aşırı boyutlar, dünyada benzeri olmayan kısıtlama ve
sınırlamaları sıradanlaştırmıştır. Öte yandan, makro ihtiyatlı duruş savunusu
yapılırken, 2017 yılında kamu eliyle sisteme kredi pompalanması ve bunun ticari
bankacılık kanallarıyla gerçekleştirilmesi gibi çelişkili uygulamalar dikkat
çeker. Makro ihtiyatlı duruşun sıkılığı ile Kredi Garanti Fonu (KGF)
uygulamasının örneği olmayan ve “makro düzeyde sağduyuyla” bağdaşmayan kurgusu arasındaki çelişki, göz ardı
edilemeyecek düzeydedir.
Tezin temel argümanı, Türkiye
ekonomisinin 2001 sonrası ulaştığı ekonomik istikrarın kaybolmasında,
bankacılık sistemini araçsallaştıran ve baskılayan makro ihtiyatlılık
kavramının uygulama şeklinin asli bir rol oynadığıdır.
Bununla eş zamanlı olarak Sistemik
risk kavramının da ana eksenleri arasında yer alan
varlık/gayrimenkul fiyatlarının istikrarı konusunda atılmayan adımlar, tam
tersi adımlarla birleşerek önemli bir istikrarsızlığa da zemin oluşturmuştur. .
Makro ihtiyatlılığın uluslararası düzeydeki sağduyulu yaklaşım tanımının göz
ardı edilerek baskın bir ihtiyat
vurgusuyla ortaya konan tanım ve uygulamanın, ülke ekonomisine maliyetini ve
makroekonomik istikrarın kaybındaki rolünü açıklamayı amaçlamaktadır.
2002-2025 dönemi makroekonomik
ve bankacılık verilerinin değerlendirilmesi ve verilerdeki değişim ve
dönüşümlerin anlamlarının açıklanmasını hedeflemektedir. Başlangıç tarihi
olarak 2002’nin seçilmesi, bu tarihlerde başlatılan programın başarıya ulaşarak Türkiye
ekonomisinde o zamana kadar benzeri görülmemiş kalıcı bir istikrar sürecini yaratmasından
kaynaklanmaktadır.
2002’nin ülke politik
ikliminde hala süren bir sürecin de başlangıcı olduğuna kuşku yoktur. Bu
sürecin ana öznesi olan AK Parti döneminin iktidarda olduğu bütün bu dönem
boyunca politik ve iktisadi alanda yaşanan gelişmeler bir bütünlük
arzetmektedir.
Hala devam eden bu dönemin
öncesinden kalın bir çizgiyle ayrıldığı alanların başında finans sektörü
gelmektedir. Finans alanında yaşanan gelişmeler AK Parti döneminin önemli
başlıkların arasında yerini almaktadır.
Bu gelişmeler arasında
sağlanan finansal istikrarı azımsamak en hafif ifadeyle AK Parti’nin ilk 10
yıllık döneminde sağlanan gelişmeleri göz ardı etmek haksızlık olacaktır.
Bu dönemin ülke iktisat
tarihinde mukayese edilebilecek hiçbir dönemle benzerliği bulunmamaktadır.
Kur/Faiz ve Enflasyonda
sağlanan iyileşmeler benzersiz bir makro ekonomik istikrarı temsil etmektedir.
İstikrar, yalnızca makroekonomik temel
verilerde değil, Türkiye’nin gelişmiş ekonomilerde sıradan olan temel finansal
ürünlerin yaygınlaşmasıyla da bağlantılıdır. İlk akla geleni mortgage ürünü
olan bu finansal ürünlerin, yatırım alanlarına kadar genişleyen bir derinlik
içinde Türkiye’de finansal sistemi dönüştürdüğü görülmektedir.
1980 24 Ocak Kararlarıyla
başlayan dönüşümün, 2002’den sonra başka bir faza geçtiği niteliksel olarak
dönüşüm sağlandığı söylenmelidir. Ekonomik istikrarla finansal ürünlerdeki
derinleşme arasındaki korelasyon, göz ardı edilemeyecek kadar belirgindir. Bu
kapsamda, 2002 sonrası dönemin bir bütün olarak ele alınması gerekir ve temel
veriler arasındaki karşılıklılık ilişkisi dikkate alınmalıdır. Makro veriler
arasındaki bağlantıların öne çıkarılması ve aynı zamanda yukarıda belirtilen tanımlama
sorunsalının sebep ve sonuçları üzerinde durulması gerekmektedir.
Bankacılığın kökeni pre modern
çağlara dayanır. Marksist terminolojiyle Artı değerin ortaya çıkışı, bu değerin
saklanma ihtiyacını da doğurmuştur. Tarım toplumuna geçişle birlikte paranın el
değiştirmesi ve ihtiyaç sahipleri ile para sahipleri arasındaki ilişkinin
yoğunlaşması, bankacılığı medeniyetle birlikte gelişen bir konuma taşımıştır.
Günümüzde, ülkelerin yönetim
sistemi ne olursa olsun, bankacılık önemini korumakta ve gelişimiyle toplumsal
gelişim arasındaki bağ öne çıkmaktadır.
Türkiye’de bankacılık, Osmanlı
İmparatorluğu’nun son dönemlerine kadar yerel imkanlara kapalı bir şekilde
yürütülmüştür. Ziraat Bankası’nın kuruluşuyla ilk kez yerli bir banka ortaya
çıkmıştır. Cumhuriyet döneminde, Atatürk’ün girişimleriyle kurulan İş Bankası,
sanayileşmede de rol oynayarak ülke ekonomisine katkı sağlamıştır.
Türkiye’de bankacılık üzerinde
yetki sahibi olan kurumlar, Hazine ve Maliye Bakanlığı, Türkiye Cumhuriyet
Merkez Bankası (TCMB), Sermaye Piyasası Kurulu (SPK) ve Bankacılık Düzenleme ve
Denetleme Kurumu (BDDK) gibi kuruluşlardır.
Bankalar özünde kaynak
sahiplerinin fazla kaynaklarını ihtiyaç sahiplerine sunar. Ticari bir işletme
mantığına sahip olan bir bankanın bilançosu, diğer ticari işletmeler gibi
kaynaklar ve kullanımlar olmak üzere iki ana kalemden oluşur.
Kaynaklar, sermaye ve alınan
borçlardan ibarettir. Borçlar, mevduat olabileceği gibi krediye dönüşmek üzere
temin edilen dış kaynaklar da olabilir.
Bankaların aktifleri yani kullanımları içinde ana kalem kredilerdir.
Bankalar, kaynakları için bir maliyete katlanırken, kullandırdıkları kaynaklar
yani aktifleri üzerinden gelir elde eder. Bu basit bilanço kurgusunda denklik
esastır. Banka faaliyetlerinden sağladığı kâr, sermayeyi artırır ve sermayeye
eklenen kaynaklar, yeni kullanımlar için imkan yaratır. Tersi durumda, yani
zarar edilmesi halinde, ya kaybolan sermaye için ortaklara başvurulur ya da
aktifteki değerlerden azalmaya katlanılır. Bankacılık, temel olarak bir risk
yönetim işidir. Bankaların yönettiği pek çok risk başlığı bulunmakla birlikte,
en çok üzerinde durulan riskler faiz, kur, vade, likidite, piyasa, operasyon,
kredi, hukuksal, karşı taraf ve ülke riskleridir.
Bankalar, risklerini
sayısallaştırarak ölçer ve adresler. Finansal boyutlu riskler, işlem aşamasında
tanımlanır ve bunlara karşılık olarak sermayede rezerv ayrılır.
Bankacılıkta risk yönetiminin asli
uluslararası yönergesi Basel Uzlaşısı’dır. Basel Uzlaşısı’nın temelinde sermaye
yeterliliği kavramı yer alır. Sermaye bir kaynaktır ve maliyeti vardır. Bununla
beraber oluşan zararı önlemenin tek yolu sermayenin yeterliliğidir.
Tüm ticari işletmeler için
sermaye yeterliliğini sağlamanın maliyeti olsa da bir bankanın
sürdürülebilirliği için sermaye gereklidir. Bankaların tekil olarak aldığı
riskler, düzenleyici kurumlar tarafından izlenir, yönetilir ve gerektiğinde
kısıtlanır. Bu süreçte sermaye yeterliliği bir kriterdir. Bir bankanın
verebileceği kredinin sermayesiyle uyumlu olması gerekir. Özellikle Türkiye
gibi konvertibiliteye sahip olmayan para birimlerinin geçerli olduğu ülkelerde,
kur riski de önemli bir kriterdir. Kaynak ve kullanımlardaki kur bileşeninin
uyumlu olması gerekir ve bu konuda sınırlayıcı rasyolar bulunur. Operasyonel
risk gibi finansal olmayan başlıklar ise bir yandan süreçlerin
iyileştirilmesiyle azaltılır, diğer yandan olası operasyon riskleri için
sermayede karşılık ayrılır.
Tüm bu uygulamalar, her
bankanın özel ve öznel koşullarına göre yönetilir. Bankalar, bilanço
parametreleri içinde risklerini yönetmeli ve faaliyetlerini kârlılık
kriterlerine uygun şekilde sürdürmelidir. Yukarıda tanımlanan unsurlar, bir
bankanın mikro düzeyde risk yönetimi ve denetimini ifade eder. Her banka, mikro
düzeyde denetlenir, hesap verir ve sağlıklı bir faaliyet yürütmesi beklenir.
Bankacılık sisteminin mikro düzeyde denetimi, bu şekilde sağlanmış
olur. Mikro düzey, her bankanın kurallı çalışması anlamına gelir.
Kurallı çalışmak, emniyet(ihtiyat),
seyyaliyet (likidite) ve randıman (kârlılık) kavramlarının eş güdümlü
yürütülmesini içerir. Bu üç kavram geleneksel olmasına karşın açıklayıcılığını
korur.
Burada dikkat çekilmesi
gereken unsur seyyaliyet ve randımanın emniyetle eşit oranda ifade edilmesidir.
Bu noktada ana konumuz olan “Macro Prudentiality” yi tanımlarken sadece ihtiyat
yani yukarıdaki ifadede yer alan Emniyet içeriğine sıkışmamak gerekecektir.
Öte yandan ihtiyat ve emniyet
arasında da fark bulunur. Emniyet kavramı Makro İhtiyatlılık için (en azından
Türkiye uygulmasında) yeterli gelmez. Kredilere getirilen vade kısıtlaması ve
taşınmaz teminatlı kredilerin (dolaylı) yasaklanması makro ihtiyati ancak
emniyeti düşüren politikalardır.
Bankaların teminatlı bireysel
kredi vermesinin önü tıkanmış buna karşın bankalara kredi vermeye devam etme ve
bu alanda rekabet etme zorunda bırakılmıştır.
Benzer durum vadelerin
kısılmasında da kendini gösterir. Bankaların kendi likidite riskleriyle yönetmeleri gereken
kredi vadelerinin devlet eliyle kısıtlanması kredi taksit yüklerini artırarak
geri ödeme sorunlarını artıran rol oynamıştır.
Randıman da yukarıda yer
verilen kavramlar içinde özel öneme sahiptir. Bankalar toplumsal kaynakları
kullandığı için faaliyetlerinde kârlılık sağlamalıdır. Toplumsal boyut yukarıda
ifade edilen Marksist terminolojide değinilen artı değeri işaret eder. Bu, Bankaların
hem yeni sermaye katkılarıyla ekonomiye destek olmalarını hem de vergi geliri
yaratmalarını sağlar. Kapitalist toplum büyümek için bankalarda biriken
sermayeye ihtiyaç duyar.
Sermaye birikimi kavramının asli
ve en önemli karşılığı Bankaların büyüklüğü yani aktif yaratmalarıdır. Bir
ülkenin büyümesi farklı şekillerde olabilir ama büyümenin sermayeye dönüşmesi
için Bankacılık sisteminin de büyümesi gerekir.
Bu noktada farklı sermaye
piyasası varlığı araçları da sonuç olarak bir Banka hesabında takas edilmeyi
zorunlu kılar. Doğrudan dolaylı olarak Bankacılık sistemi büyüklüğüne tüm
sermaye varlıkları katkı sağlar.
Banka bilançolarındaki denklik
aktifteki büyümenin yani kredilerin veya benzer kullanımların fonlanacağı
mevduata veya benzer borçlanma imkanlarına gerek duyulmasına yol açar.
Bankacılık sermaye birikimi ile büyür, büyüyen sermaye ise karşılığını Banka
bilançosunda bulur.
Bir diğer ifadeyle Bankacılık
sistemi büyümüyorsa ülkede kaynak da yaratılmamış demektir.
Türkiye ekonomisinde 2003’den
sonra sağlanan büyüme ile Banka aktifleri arasındaki ilişki bu yönüyle dikkat
çekicidir.
Grafikten görüleceği üzere
Türkiye OECD ülkeleri arasında GSMH payını artırmasına karşın Türkiye GSMH’sı
ile toplam Bankacılık aktifleri arasındaki ilişki bozulmuştur. Bu durum
Bankacılığın yani sermaye birikiminin GSMH büyümesinden aldığı payın aşındığına
işaret etmektedir. Büyüme sermaye birikimi ile eşgüdüm sağlamamakta büyüme ile
uyumlu sermaye birikiminin sağlanamadığı anlaşılmaktadır.
Dünyada bankacılık için
geçerli olan mikro kriterler, Basel Uzlaşısı ile genel kabul görmüş
standartlara bağlanmıştır. Ancak Basel Uzlaşısı’na dahil olmayan ülkelerde de
banka denetimi mevcuttur. Kamusal kaynakları kullanan ve faaliyetleri yasal
izinlere bağlı olan bankaların, sağduyu içinde faaliyet göstermesi beklenir ve
zorunludur.
2008 KRİZİ VE GENİŞ ÖLÇEKTE
SAĞDUYULU VE SAĞLAMLIK
2008 krizi, doğrudan
“Mortgage” (İpotekli Borç) Krizi olarak adlandırılır. İskandinav ve Uzak Doğu
krizlerinin etkileri henüz hafızalarda tazeyken, Amerika Birleşik
Devletleri’nin finansal krizle sarsılması, dünya ekonomisi için kalıcı olumsuz
etkiler yaratma potansiyeli taşıyordu. Mortgage krizinin genel tasviri, kredi
şartlarının kolaylaştırılması olarak ifade edilebilir. Ancak krizin etkilerini
sarsıcı kılan, yalnızca kolaylaştırılmış kredi kurallarının aktiflerdeki değer
kaybıyla yarattığı zararlar değildi. Kredinin geri ödenmemesi, evin değerinin
düşmesi, verilen kredinin ikinci mortgage ile artırılması ve evin değerini
aşması önemli bir sorundu. Ancak sorun, tek bir bankanın tek bir müşteriye
verdiği kredinin geri ödenmemesi ve teminat yetersizliğinin çok ötesine geçti. Mortgage
krizi, basit bir bankacılık başarısızlığından çok daha büyük hasarlar doğurdu.
Bunun temel sebebi, kredi kurallarına riayet edilmemesi olsa da, asıl sorun
sistemin bütününü etkileyen risklerin yaratılmış olmasıydı .Finansal sistemin
kurgusu, büyük bir zarar doğurabilecek hale gelmişti. Bunun, Amerika Birleşik
Devletleri gibi büyük bir ekonomide meydana gelmesi başlı başına bir sorundu.
Ancak ortaya çıkan çok boyutlu faktörler, böylesi büyük bir ekonominin bile
krize girmesine yol açtı. Mortgage krizinin küresel bir soruna dönüşmesinin en
önemli nedeni, sistemin bütünsel krize açık hale gelmesine olanak tanınmasıydı.
Kullandırılan mortgage kredilerinin büyük kısmının sorunlu olması, sıkıntının
temelini oluşturuyordu. Hiçbir finansal kurum, bu olumsuz kredi piyasasından
bağışık değildi. Öte yandan bu krediler,
çeşitli finansal tekniklerle menkul kıymetleştirilmiş ve bunlara bağlı finansal
varlıklar yaratılmıştı. Kaynak sahipleri, bankaların ödenmeyen kredilerine
yatırım yapmış; bu türev nitelikli ürünler, farklı tekniklerle daha büyük
yatırımlara dönüşmüştü. Kredinin geri ödenmemesi, yalnızca krediyi veren
kuruluşu batırmakla kalmıyor, aynı zamanda bu kredilerle oluşturulan menkul
kıymetleri de değersiz hale getiriyordu. İpotekli borç ya da kredi krizini,
finansal sistemi etkileyen bir hale getiren yapı, sistemin bütünündeydi.
Finansal sistem, geleneksel olarak bankacılıkla tanımlansa da, ABD krizi
bankacılığı çok daha geniş bir anlamda ortaya koyuyordu.
Bu yeni Finansal sistemde krediyi sadece bankalar
vermiyordu. Fannie Mae, Freddie Mac ve Lehman Brothers gibi kurumların rolü,
klasik bankaları aşan bir şekil almıştı. Tek işlevi ipotekli borç vermek olan
Fannie Mae ve Freddie Mac ile bu borçları menkul kıymetleştiren Lehman, krizin
sistemin tüm bileşenlerine yayılmasını sağladı. Verilen ve geri ödenemeyen bir
kredi, menkul kıymete dönüşmüş ve bu menkul kıymet, başka bir kıymetin temelini
oluşturmuştu. Kriz, tüm sistemi etkiliyordu ve hiçbir kurum bu sistem içinde
krizden bağışık değildi. Krizin sistemin bütününü etkilemesi, tek bir kurumla
ya da sistemin belirli bir bölümüyle sınırlı olmaması, çok farklı bir tablo
ortaya koydu.
Sistemi pratik olarak hayal
ettiğimizde, Amerika’nın ücra bir şehrinde A kişisi, evini B kişisine x dolara
satmaktadır. Aslında A, bu evi üç yıl önce x/2 dolara almıştı. Evin fiyatı iki
katına çıkmıştır. B kişisi, evi satın alır ve üç ay sonra bankaya tekrar
başvurur. Banka, evi yeniden değerlendirir ve o anki değerinin x+y dolar
olduğunu belirler. Evin üzerine ikinci ipotek konur ve müşteri, bu kez evin
bahçesindeki havuzu yenilemek için ek kredi alır. Aslında evi alan bu kişinin
düzenli bir geliri yoktur. Krediyi aldığı sırada işe girmiştir, ancak işin
sürekliliği garanti değildir. Bir süre sonra işten çıkarılır ve kredisini
ödemekte zorlanmaya başlar. Bu arada banka, B kişisi gibi binlerce kişiye kredi
vermiştir. Bu kredileri kendi sermayesiyle daha fazla finanse etmek istemez;
yüksek faizli kredilerin gelirinin bir kısmından feragat ederek, kredi faiz
gelirlerini menkul kıymet olarak satar. Bu kıymetleri alan şirket de uzun süre
sermaye bağlamak istemez ve cazip faizin bir kısmından vazgeçerek, elindeki
kredi portföyüne dayalı menkul kıymeti devreder. Bu süreçte, bu şirketlerin
hepsi büyük kârlar elde ettiği için hisseleri hızla alıcı bulur. Kredisini
ödeyemeyen müşteriyi, bir süre sonra bankanın avukatı arar. İşsiz kalan kişi,
evi bankaya geri verir ve şehir merkezinde, ödediği kredi taksitinin yarısı
bedelle bir daire kiralamaya başlar.
Banka avukatı, birden fazla
kişiyle görüşmek zorunda olduğunu fark eder. Borcunu ödemeyen çok sayıda kişi
vardır ve bankanın eline birçok ev geçmeye başlamıştır. Yerel emlakçı,
fiyatların yarıya düştüğünü ve bu fiyattan bile kimsenin ev almadığını belirtir.
Bankanın verdiği kredi buhar olmuştur. Banka, bu büyük zararı telafi edecek
durumda değildir. Kredi ödenmediği için, krediye bağlı oluşturulan menkul
kıymetin ve bu menkul kıymetten türeyen diğer kıymetlerin, bırakın kupon
faizini, ana parasını bile ödeme imkânı yoktur.
Sorun, tek bir kredinin ya da
tek bir müşterinin borç ödeyememesi değildir. Binlerce insan, artan ev
fiyatları ve kolay kredi koşullarıyla bu sürece dâhil olmuştur.
2008 İpotekli Kredi Krizi’nin
temel mekaniği bu şekilde ortaya çıkmıştır.
Krizin görünümünde iki temel
sorunlu alan dikkat çeker. Birincisi, ev fiyatlarının önce çok yükselmesi, daha
doğrusu şişmesidir. Bu durum İskandinav
kriziyle benzerlik gösterir. Ev fiyatlarındaki artış, evin gerçek değerini
saptırmıştır. Bu noktada, ABD’de özellikle müstakil evlerin, şehirden uzak
yaşamın ve arabaya bağımlılığın rolü vurgulanmalıdır. Bankacılık, toplumsal
boyutu ve sosyolojisiyle karşımıza çıkar. Bu noktada toplumsal güvenin erozyona uğramasının altı çizilmelidir.
Yoksul sınıflar bankaların “kapsayıcı” söylemine inanarak
borçlanmış, ancak iflaslar sosyal sermayeyi zedelemiştir. Eşitsizlik ve Sosyal
Tabakalaşma Subprime krediler yolula düşük ve alt gelirli kesimlere ev sahipliği
vadederken, aslında sermaye birikiminde farklı
kesimlerin kayrılmasını sağladı.
2008 krizinin eşitsizlikleri artırma
yönünde oynadığı rolün altı çizilmeyi hak eder. Fakir haneler evlerini kaybederken, bankalar
kurtarma paketleriyle korundu.
2008 krizi irdelenirken bu
hususlar özellikle göz önünde
bulundurulmalıdır. Amerikan toplumu için evin ifade ettiği kavramsal yapı,
başka toplumlar için geçerli olmayabilir. Subprime borçlanma yoluyla konut
kredisi Amerika’da kriz yaratırken, Türkiye’de konut kredisi NPL (takipteki
alacaklar) oranı tarihsel olarak hiçbir
zaman %1’i aşmamıştır. Bu durum, ülkeler arasındaki sosyolojik ve sosyoekonomik
farklılıklardan kaynaklanır. Bir ülkede bankacılık, o ülkenin halkının
sosyokültürel altyapısıyla ilişkilidir. Bu nedenle, bankacılık düzenlemeleri bu
ilişkiyi göz önünde bulundurmalıdır. ,
Krizin asıl görünümü, kredi
kurallarının sistematik olarak ihlal edilmesidir. Kredi kullandırılan kişilerin
gelir ve statülerinin çok üzerinde kredi almalarına olanak tanınması önemlidir.
Buna ek olarak, kredi tutarının, ikinci mortgage gibi yenilikçi yöntemlerle artırılması
söz konusu olmuştur.
Normal koşullarda zaten değeri
şişmiş olan eve daha fazla değerleme yapılarak kredi tutarının artırılması,
riskli bir durum olarak ortaya çıkmıştır.
Krizin bir diğer görünümü ise
riskli sürecin, menkul kıymetleştirme yoluyla farklı kurumlara da yayılmasıdır. Kriz, bu üçlü yapı içinde
sistemin en uç noktalarına kadar ulaşmış ve dünya
geneline yayılan sonuçlar doğurmuştur. Krizin Amerikan ekonomisine maliyeti 1
trilyon doları bulmuştur. İpotekli kredi krizinin sonuçlarıyla yüzleşmek,
Amerikan ekonomisinin yanı sıra, özellikle Avrupa ve çevre ülkeler için de
önemli bir meydan okuma oluşturmuştur.
Yukarıda çizilen kriz
tablosunun oluşumunda, temelde kredinin mikro düzeyde hatalı kullanımı yatmakla
birlikte, sürecin tüm ekonomiye yayılması diğer kriz süreçlerinden farklılık arz etmiştir. Sistemik risk kavramı,
bu amaca yönelik olarak gündeme gelmiş ve ekonomi literatürünü
şekillendirmiştir.
Amerikan mortgage krizinin,
temelde subprime krizi yani düşük değerlilik krizi olarak tanımlanması, krize
konu kredilerin önlenebilir olduğunu düşündürür. Ancak bu önlenememiş ve krizin
yayılmasının önüne geçilememiştir.
Subprime ya da eşik altı
krediler, buzdağının görünen yüzüyken, altında bu kredilerden sağlanan gelire
bağlı olarak oluşturulan türev nitelikli finansal ürünler bulunur. Bu finansal
ürünler, orijinal kredi ilişkisinden kopmuş ve bağımsız olarak piyasada hareket
eder hale gelmiştir.
2008 krizinin küresel
ekonomiyi etkileyen boyutta sonuçları, bankacılıkta temel nosyonlara aykırı
davranışları içerse de, bunun ötesinde kurumlar arası geçişkenlik ve birbirini
etkileme potansiyeli önemli bir yer tutar.
Bu krizin küresel etkileri,
bankacılıkta sağduyulu işleyişin kurgusunu yeniden gündeme taşımış ve 1979’da bir
kavram olarak ilk kez zikredilen “Macro Prudentiality” kavramı öne çıkmıştır.
Giriş bölümünde belirtildiği
üzere, “prudent” ve “prudentiality” kavramları, sağduyuyu ve ölçülülüğü ifade
eder. İhtiyatı içermekle birlikte, bundan daha geniş bir içerik taşır. Makro
ihtiyatlılık kavramının 2008 krizi sonrasında yaygın bir kullanım bulması,
krizin sağduyuyu geri plana iten bankacılık ve finans uygulamalarına karşı bir
tepki olarak ortaya çıkmıştır.
BIS’in (Bank for International
Settlement) krizden tam 8 yıl önce yani 2000 yılında yaptığı tanım, makro
düzeydeki düzenlemeler için sistemik risklerin kontrol altına alınmasını, risk
temelli sermaye standartlarının ve denetim uygulamalarının güçlendirilmesi
gereğini ifade eder. Küreselleşen bir dünyada Sınır ötesi finansal faaliyetler,
uluslararası işbirliğini öne çıkarır.
Piyasa Dinamikleri türev
ürünlerin, seküritizasyonun ve banka dışı finansal kurumların büyümesi anlamına
gelmektedir.
Risk Yönetimi Finansal
kurumların piyasa ve operasyonel riskleri daha iyi değerlendirme gereğini
ortaya koymuştur.
Bu başlıklar, 2000 gibi erken
bir tarihte 2008 krizinin tahmin edildiğini ve risk alanlarının adreslendiğini
gösterir. 2008 krizi, bir sürpriz olmaktan çok, beklenen çok ağır bir kazanın
gerçekleşmesidir.
BIS’in makro ihtiyatlı
kavramının oluşumunda rol oynayan önemli bir isim, Belçikalı bankacı
Lamfalussy’dir. Ticari bankacılık kökenli olan Lamfalussy, 1970’lerin
ortasında, tekil bankaların risk yönetimlerinin yeterli olmayacağını ve sistem
genelinde bir denetim ve yönlendirmeye ihtiyaç duyulduğunu belirtmiştir.
2008 krizi öncesinde Basel
Uzlaşısı’nın oluşumunda da önemli katkıları bulunan BIS’in, krizi öngördüğü ve
finansal sistemi uyardığı anlaşılmaktadır. Bu noktada sorunlu alanların
farkında olunduğu ancak bu farkındalığın aksiyona dönüşmesi için 2008 krizi
gibi ağır bedele ihtiyaç duyulduğu akla gelmektedir.
Makro İhtiyati önlemlerin yada
doğru deyimle “Macro Prudentiality”nin gökten aniden inen, geçmişte
öngörülmemiş bir niteliği bulunmaz. Sistemin zayıf yönleri öngörülmüş ancak
bunların adreslenmesi kriz sonrası dönemde olası hale gelmiştir.
Kriz sonrasında bu konuda
çalışmalar artmış ve 2008 krizinin etkileri üzerinde yoğunlaşılmıştır. Krizin
farklı görünümleri içinde, makro ihtiyatlı yaklaşımla; başlıklar belirginleşmiş ve üzerinde mutabık
kalınan hususlar netleşmiştir.
Makro ihtiyatlı başlıkların,
mikro ihtiyatlı başlıklardan farklı olarak odaklandığı unsurlar şu şekilde
belirtilmiştir:
Sermaye rezervleri
oluşturulmalı, bunlar büyüme dönemlerinde depolanmalı, daralma dönemlerinde
kullanılmalıdır.
Aşırı kredi büyümesinin önüne
geçecek uygulamalar kurgulanmalıdır.
Sistemik önemi olan kurumların
tanımı yapılmalı ve bunlara ilişkin stratejiler geliştirilmelidir.
Varlık fiyatlarını şişirecek
süreçlerin önüne geçilmelidir.
Finansal kurumlar arası
geçişkenliğin, finansal sistemin sağlıklı işleyişini bozmaması sağlanmalıdır.
Bu 5 temel madde yalın, amaca
dönük ve üzerindeki tartışmaları sınırlamak bakımından tereddüt yaratmayacak
niteliktedir.
Bu maddelere bakıldığında, finansal
sisteme özgü ve sistemik bir anlayışın
egemen olduğu görülür. Rezervlerin büyüme döneminde toplanıp küçülme döneminde
harcanması, tüm sistemi koruyucu bir yastık olarak tanımlanır. Ancak bazı
başlıkların daha detaylı analize ihtiyacı vardır. Kredi büyümesinin tehdit
edici hale gelmesi veya bir kurumu sistemik olarak önemli kılan unsurların
netleştirilmesi gerekir. Bu noktada simülasyon ve testlere ihtiyaç duyulur.
Senaryo çalışmaları, hangi seviyelerin kriz yaratma açısından tehdit edici
olduğunu belirler. Simülasyonlara ulaşılacak sonuçlar, önlemlerin iletişimini
ve kamusal alanda kabul görmesini garanti eder.
Amerikan İpotekli Kredi Krizi,
sistemik kriz tanımı için geçerli bir model sunar. Krizin sistemik oluşu,
finansal yapının bütününü etkilemesi ve etki düzeyinin sistemin tamamını
tehlikeye atacak yapıda olmasıyla ifade edilir. Sistemik riski, sistemik
olmayan riskten ayıran en önemli faktör, finansal sistemin bütününe zarar
verebilecek unsurları içermesidir. Sistemik riskin temelinde, finansal sistemin
bozulması yatar. Başka bir deyişle, sistemik risk, doğrudan finans alanına özgü
bir kavramdır ve finans alanının işleyişindeki bozuklukların yol açtığı riskler
göz önüne alınır.
Bu bağlamda, kurların artması,
dış ticaret açığı veya enflasyon beklentileri gibi unsurlar sistemik risk
değildir. Bunlar risk parametresi olarak senaryolarda dikkate alınır ama
finansal sistemin görevi bu sorunlara çare aramak değildir.Yada daha açık
ifadeyle makro ihtiyati önlemler bu sorunların çözüm aracı olarak yer almaz.
Öncelikle Para p ve maliye
politikası bu sorunlara dair çözümler barındırır. Sistemik risk, bu
olumsuzlukların finansal kurumlar üzerindeki kırılganlıklarıyla ilgilenir.
Kavramsal çerçevenin doğru oluşturulmaması durumunda, bir tuzak ortaya çıkar: Neden
sonuç ilişkisinin belirsizleşmesi bu tuzağın temel niteliğidir. Öncelik
sıralaması önem taşır.
Yüzeysel bir bakış, finansal
istikrarı bir neden-sonuç denklemi içine yerleştirir. Ancak makro ihtiyatlılık
kuramında çerçeve nettir. Finansal istikrarın alanı ile para ve maliye
politikası alanı arasındaki görev dağılımı açıkça tanımlanmıştır. Karmaşıklık
ve aşırı müdahale gibi unsurların dışlanması konusunda mutabakat vardır.
Tüm ekonomik meselelere dair çözümlerin
finansal alana atfedilmesi, Erdem Başçı’nın ifadesiyle faizin makro ihtiyati
önlemlerle düşük tutulması karmaşıklık ve aşırı müdahalenin görünen yüzüdür.
Sistemik risk esas olarak
finansal kurumlara dair temel unsurların finansal sistemle olan bağıyla
ilgilidir. Bu noktada, sistemik riskin tanımı ve yapısına ilişkin daha
ayrıntılı bir kavramsallaştırmaya ihtiyaç vardır. Finansal sistemde kullanılan
ürün ve hizmetler, kendi başına birer inovasyon niteliği taşır. Bir ürünün
fiyatı, vadesi ve kullanım koşulları, o ürünü çıkaran finansal kurumun
sorumluluğundadır. Sistemik risk, ürünlerin spesifik yapısıyla ilgilenmez;
finansal sistemi tehdit eden unsurların bu ürünlerle ilişkisini saptamaya
çalışır.
Bu noktada Konut kredisine
olan bakış, bu ürünün konut talebini hak edilmeyen; yapay biçimde artırması ile
sınırlıdır. Burada bulunan çözüm, ana
paranın tamamının finanse edilmemesidir. Benzer şekilde, kredilerin sağlıksız
büyümesini önlemek için borç ve gelir arasındaki ilişki kurgulanır. Geliriyle
uyumlu borçlanan bir kişi, finansal sistemi tehdit etme riski taşımaz.
Ancak yasakçı kısıtlamalar
uygulamak, finansal sistem için fayda sağlamaz. Krediyi hak eden kesimlerin
kullanımdan uzaklaştırılmaları karmaşıklık ve aşırı düzenleme olarak karşımıza
çıkar.
MAKRO İHTİYATİ POLİTİKALARIN
ÇERÇEVESİ .
Sistemik Riskin Yönetimi içim
sistemik etkileri tanımlama gereği vardır. Çünkü krizin sistemik etkilerinin
iki yönlü yapısı, ortak hareket eder ve bir noktadan sonra birbirini çoğaltan
bir kısır döngü oluşturur. Genel ortamdaki bozulma, kurumların yapısında
bozulmaya; kurumların yapısındaki bozulma ise olumsuzluğun yayılmasına yol açar.
Makro ihtiyatlı politikaların
başarısı, sistemdeki sorunlu alanların finansal sisteme etkilerinin
saptanmasıyla mümkün olur.
Varlık fiyatlarındaki
şişmelerin finansal sisteme yansıyıp yansımadığını değerlendirmek, makro
ihtiyatlı önlemlerin başlangıç noktasını oluşturur. Varlık fiyatları artmış
olabilir, ancak bu artışın finansal sistemde karşılığı var mıdır?
Varlık fiyatlarına etki eden
başka parametreler de vardır . Döviz
kurundaki aşırı değerlenmeler ya da enflasyonda artış beklentileri, finansal
kurumların pozisyonları irdelenerek makro ihtiyatlı kurgunun içinde yer alır.
Sistemik risk doğası gereği bütüncül bir bakışla ele alınmayı gerektirir.
Makro ihtiyatlı önlemler, para
politikası veya maliye politikası yerine geçmez, ancak finansal sistemdeki
zayıflıkların önüne geçerek bu politikalara destek olur. Ekonominin aşırı
ısınması, yüksek sermaye akış dönemlerinde sermaye girişlerinin bu tür bir
sürece yol açması, finansal sistem üzerine konulan düzenlemelerle kontrol
altına alınabilir. Bu düzenlemeler, sermaye girişlerinin aşırılaştığı dönemlere
özgü olmalıdır. Böylesi dönemlerde, gelen kaynakların varlık fiyatlarını
şişirmesi ya da döviz kurunda aşırı değerlenmeye yol açacak şekilde kredi
hacmini bozması, düzenlemelerle önlenebilir.
Makro ihtiyatlı yaklaşımın,
kurumlar arasındaki ilişkilerdeki bozulmaları zamanında yönetmesi ve olası
erozyonların önüne geçmesi de bir görev tanımıdır.
Takas ve ödeme sistemlerinin,
kurumların bir diğerinin durumundan etkilenmeyecek şekilde planlanması gerekir.
Türev faaliyetler yoluyla
risklerini birbirine aktaran kurumların bu işlemlerinin kontrol altına alınması
da önemli bir makro ihtiyatlı önlem
olarak kayda geçer.
Öte yandan Banka olmayan (non Bank) finansal kurumların
da denetim yapısı içinde ele alınması gerekir. En önemli makro ihtiyatlı
görevlerden biri de sistemik risk yaratma ihtimali yüksek olan spesifik
kurumlara yönelik tutumdur. Fat Cat
(Şişman Kedi) ifadesiyle yer alan bu kurumların teknik tanımı ise sistemik
öneme sahip kurumlar olarak ifade edilmektedir. Bu tür kurumlara dair erken
uyarıcı ve sınırlayıcı sermaye koşullarının kurgulanması gerekir.
Özetle, makro ihtiyatlı
çerçevenin temel görevleri :
-
Kredi genişlemesinin sağlıklı bir temele
dayandığını teyit etmek, varlık fiyatlarındaki şişmelerin hem önüne geçmek hem
de kredi piyasasını manipüle etmesine engel olmak
-
-kurumlar arası ilişkilerin tutarlılığından ve
kesintisiz ilerlemesinden emin olmak
-
-sistemik risk yaratabilecek kurumları ayırt
etmek.
2008 finansal krizinin
ardından, finansal istikrarın sağlanmasında makro ihtiyatlı araçların rolü
vurgulanmış ve bu kavram, mikro ihtiyatlı yaklaşımlardan ayrılarak
açıklanmıştır. 2008 küresel finansal krizi, bireysel finansal kurumların
sağlamlığına odaklanan geleneksel mikro ihtiyatlı düzenlemelerin yetersizliğini ortaya koymuştur. Bu krizin
ardından, finansal sistemin bütününü korumaya yönelik yeni bir yaklaşım
ihtiyacı vurgulanmıştır. Makro ihtiyatlı önlemler, sistemik riskleri önceden
tespit edip önlemeyi hedefleyen politikalar olarak yer alır. Kavramın para
politikasıyla entegrasyonu tartışılırken, denetim ve düzenlemenin krizleri
önlemede birinci savunma hattı olduğu belirtilir.
Makro ihtiyatlı önlemler
finansal sistemin bütününü ve dolayısıyla geniş ekonomiyi korumayı amaçlar. Bu yaklaşım, bireysel kurumların dengelerini
düzenleyen mikro ihtiyatlı politikalardan farklıdır. Makro ihtiyatlı
politikalar, kredi ve kaldıracın döngüsel doğasına karşı koyar, sistemik risk
birikirken “rüzgâra karşı eğilir” ve finansal sistemdeki bağlantılar ile
yayılma risklerini azaltmayı hedefler.
Makro ihtiyatlı araçlar, mikro
ihtiyatlı araçlara benzer ancak sistemik odakla yeniden şekillendirilmiş
kısıtlamalar veya teşvikler olarak tanımlanır. Bu araçlar, finansal kurumların
bilançolarını hedefler ve kriz sonrası dönemde öne çıkmıştır.
Sermaye Gereklilikleri; daha
fazla ve kaliteli sermaye tutulmasını zorunlu kılar; döngüsel riskleri azaltır.
İyi dönemlerde sermaye tamponları oluşturmak, kötü dönemlerde bunları kullanmak
(karşı-döngüsel tamponlar) ve borçların kayıplarda özkaynağa dönüştürülebilir
olması (koşullu sermaye) bu kapsamdadır.
Likidite Gereklilikler kısa
vadeli borçlanmaya aşırı bağımlılığı önler. Piyasa çöküşlerinde likidite
sıkışıklığını azaltır. Kısa vadeli borçlara kısıtlamalar ve repo teminat indirimleri buna örnektir.
Sistemik Önemli Kurumlar İçin
Standartlar sistemik risk taşıyan kurumlara özel kısıtlamalar getirir. Diğer kurumlarla stratejilerin korelasyonuna göre
cezalar uygulanır veya bireysel karşı taraf riski limitleri dikte edilir.
Gayrimenkul ve Kredi
Politikaları aşırı fiyat balonlarını önler. Örneğin, konut kredilerinde
maksimum kredi-değer oranı (LTV) sınırlamaları getirilir.
Bu araçların para
politikasından bağımsız olarak sistemik riskleri yönetmek için daha uygun
olduğu vurgulanır; çünkü para politikası (faiz oranları gibi), daha geniş ve
künt bir etkiye sahiptir.
Faizleri yükseltip kredileri
kısıtlamak makro ihtiyati önlem olarak tercih edilmez. Diğer taraftan faizleri
düşük tutup oluşacak dengesizliği ile politikalarla telafi etmek de aynı ölçüde
dışlanır.
Bu tanımlamadan da
anlaşılacağı üzere sistemik risk para politikası ile yönetilemeyeceği gibi
makro ihtiyati politikalar da para politikası alanına ait değildir.
Makro ihtiyatlı önlemler,
ekonomi yönetiminde para politikasına, maliye politikasına ya da benzer
geleneksel stratejilere alternatif değildir. Makro ihtiyatlı politikanın
alternatif olduğu yada daha doğru ifadeyle tamamlayıcısı olduğu ana kavram,
mikro ihtiyatlı önlem setleridir.
Mikro ihtiyatlı önlemler,
Amerikan İpotekli Borç Krizi’nde kendi başlarına başarısız kalmış önlemler
olarak yerini alır. Her bir kurumun tekil olarak denetimi ya da performansı,
anlamlı olsa da sadece bunu esas almak yanıltıcı olmuştur. Makro ihtiyatlı
önlem kavramı, mikro ihtiyatlı önlemlerin yetersiz kalması nedeniyle
geliştirilmiş bir çerçevedir.
Buna bağlı olarak finansal
istikrar kavramı da esasen aynı çerçevede ele alınmalıdır. Para politikasının
fiyat istikrarı ve maksimum istihdam gibi geleneksel hedeflerine odaklanması
yerinde olacaktır. Denetim ve düzenleme, sistemik riskleri ele almada birinci
savunma hattı olmalıdır. Para politikası, kendi makroekonomik hedeflerine
odaklanmalıdır. Bunlar sistemik risk yönetimi için birincil araç olamaz, çünkü
künt yani toptancı bir araçtır ve kendi hedeflerini tehlikeye atabilir. ,
Diğer taraftan para politikası
kararları sistemik riskleri göz önünde bulundurmak durumundadır. Örneğin, düşük
faiz oranları, kredi büyümesini aşırı teşvik ederek risk birikimine yol
açabilir; bu durumda makro ihtiyatlı araçlar devreye girer.
Bu noktada, bu ifadenin
Başçı’nın ifadesiyle karşılaştırılması yerinde olacaktır. Faizleri olması
gerekenden düşük tutup oluşacak kredi talebini baskılamak ve yönetmek için
uygulanan makro ihtiyatlı tedbirlere karşı, düşen faiz oranlarının yaratacağı
kredi balonlarını dengelemek için uygulanan önlemler, temel yaklaşım farkını
gösterir.
Faizi yapay olarak olması
gerekenden düşük tutmak ile düşen faize
karşı proaktif önlem almak arasındaki farkın altı çizilmelidir. Başçı
ifadesinde açık sözlü biçimde olması gerekenden daha düşük faiz oranını
savunmaktadır.
Kriz sonrası dünyada, makro
ihtiyatlı önlemlerin güçlendirilmesiyle para politikası daha etkili hale gelir.
ABD özelinde Dodd-Frank Yasası gibi reformlar, bu entegrasyonu sağlar.
Kredi büyümesinin risk
birikimine yol açması, düşük faiz oranlarının bir sonucu olarak tanımlansa da,
faizin düşüklüğü, risk birikimi ve kredi büyümesi için uygun metrikler
gereklidir. Metrikler olmaksızın yapılacak düzenleme ve ezbere önlemlerin
karşısında simülasyona ve senaryolara dayalı önlem setleri koyulmalıdırç
Bu, herhangi bir makro
ihtiyatlı uygulamanın hayata geçirilmeden önce veya uygulandığında, finansal
sistem üzerindeki olumlu ve olumsuz etkilerinin test edilmesi gerektiğini ima
eder. Test süreci, ABD özelinde Dodd-Frank Yasası ile kurulan Finansal
İstikrar Gözetim Konseyi (FSOC) gibi mekanizmalar aracılığıyla veri toplanması
ve analiz edilmesiyle desteklenir. Bu veri toplama süreci, uygulamanın
yararlarını (örneğin, sistemik risklerin azalması) ve potansiyel olumsuz
sonuçlarını (örneğin, kredi piyasalarında daralma) değerlendirmek için temel
bir araçtır
Makro ihtiyatlı önlem
kavramının tanımlanması ve içselleştirilmesi için önemli bir kaynak, Claudio
Borio’nun 2003 tarihli çalışmasıdır. Borio, Finansal sistemdeki büyük çaplı sorunları yani
sistemik riskleri önlemeye odaklanır.
Amaç, finansal krizlerin reel ekonomiye (örneğin, iş kayıpları veya ekonomik
küçülme) zarar vermesini engellemektir. Borio, bunu “sistem genelinde finansal
sıkıntıyı sınırlamak” olarak ifade eder. Bireysel bankaların veya kurumların
sağlamlığına odaklanan mikro ihtiyatlı yaklaşımdan farklı olarak, makro
ihtiyatlı yaklaşım, tüm finansal sistemin sağlığına bakar ve kurumlar
arasındaki bağlantıları dikkate alır. Tek tek kurumların risklerinden ziyade,
sistemin bütününde ortaya çıkan riskler (örneğin, kredi balonları veya
piyasalardaki çöküşler) ele alınır.
İçsel Risk Anlayışında Risklerin
finansal sistemin kendi davranışlarından kaynaklanması üzerinde durulur. Örneğin,
ekonomik büyüme döneminde aşırı kredi artışı risk yaratır.
Karşı-Döngüsel Önlemler
Ekonomik yükselişlerde riskleri azaltmak için sermaye tamponları gibi araçlar
kullanır; düşüşlerde ise bu tamponlar serbest bırakılır.
Sistemik Önem Taşıyan Kurumlar
ve Büyük bankalar gibi sistem için
kritik olan kurumlar daha sıkı denetlenir.
Borio özelinde mikro ihtiyatlı ile makro ihtiyatlı arasındaki
temel ayrım “Makro ihtiyatlı önlem,
sistemin istikrarını korur; mikro ihtiyatlı önlem bireysel kurumların
güvenliğini sağlar” şeklindedir.
Risk Bakışında Makro ihtiyatlı
bakış risklerin sistem içinde yayılabileceğini kabul eder; mikro ihtiyatlı
yaklaşım sadece bireysel kurum risklerine odaklanır.
Özet olarak Makro ihtiyatlı,
sistemin tamamından bireye bakar; mikro ihtiyatlı, bireyden sisteme doğru
ilerler.
Borio’da kavramı mikro ve
makro eksende tanımlar. Mikro denetimin veya güvencelerin yetersiz olduğu
noktada devreye giren kavram, makro ihtiyatlı boyuttur. Borio ayrıca çerçeveye
iki temel eksen ekler.
Kesit Boyutu: Finansal
sistemdeki tüm kurumlar (bankalar, sigorta şirketleri, piyasalar) kapsama
alınır. Büyük ve bağlantılı kurumlar daha sıkı kurallara tabidir.
Zaman Boyutu: Ekonomik
döngülerin riskleri artırıcı etkisini azaltmak için önlemler alınır.
Borio, finansal istikrarı
sağlamak için makro ihtiyatlı çerçevenin, mevcut düzenleme yaklaşımlarına göre
daha etkili ve bütüncül bir çözüm sunduğunu vurgular. Mevcut düzenlemelerin,
özellikle mikro ihtiyatlı odaklı yaklaşımların, sistemik riskleri yeterince ele
alamadığını belirtir. Finansal sistemdeki içsel riskler (endogenous risks) ve
döngüsel dalgalanmalar (procyclicality), geleneksel düzenlemelerle yönetilemez;
bu nedenle makro ihtiyatlı bir paradigma değişikliği gereklidir.
Borio’nun ünlü ifadesi,
“Hepimiz (bir dereceye kadar) makro ihtiyatiyiz” mevcut düzenlemelerde bile makro ihtiyatlı
unsurların var olduğunu, ancak bunların sistematik bir çerçeveye oturtulması
gerektiğini vurgular.
Schoenmaker ve Wierts (2016),
makro ihtiyatlı denetimin, finansal sistemin bütününü gözeten bir yaklaşım
olarak, bireysel finansal kurumların denetimini tamamlayıcı bir rol oynadığını
savunur. 2008 küresel finansal krizi, finansal dengesizliklerin birikmesiyle
sistemin kırılgan hale geldiğini göstermektedir. Bu dengesizlikler genellikle
kredi patlamaları ve kaldıraç döngüleriyle bağlantılıdır. Finansal döngü, bu
dengesizlikleri ölçmek için temel bir değişken olarak tanımlanır ve makro
ihtiyatlı politikaların bu döngüyü kontrol altına almak için tasarlanması
gerektiği vurgulanır.
Mevcut mikro ihtiyatlı
yaklaşımlar, sistemik riskleri göz ardı ederek “kompozisyon yanılgısı”na
(fallacy of composition) düşer. Bu yanılgıyı gidermenin yolu makro bakış
açısını gerektirir.
Finansal döngünün ölçülmesi
için kredi büyümesi ve konut fiyatları gibi orta vadeli göstergeler
kullanılmalıdır. Bu durum, tek tip bir para politikasının finansal
dengesizlikleri artırabileceğini ve makro ihtiyatlı politikaların genel bazda
uygulanması gerektiğini vurgular. Finansal döngüyü kontrol altına almak için
karşı-döngüsel bir kaldıraç oranı söz konusudur ve bu oran, finansal sistemin
tümüne uygulanmalıdır. Kaldıraç oranı, bankalarla sınırlı kalmayıp, diğer finansal kuruluşlara da teşmil
edilmelidir. Avrupa Merkez Bankası (ECB) ve Avrupa Sistemik Risk Kurulu (ESRB),
bu politikaların uygulanmasında kilit bir rol oynamalıdır. Makro ihtiyatlı
politikaların, para politikasına benzer şekilde sistematik, şeffaf ve hesap
verebilir bir şekilde uygulanması gerektiği belirtilir.
Asya ülkelerindeki makro
ihtiyatlı önlemler olarak öne çıkan başlıklar şunlardır:
Kredi Genişlemesini Sınırlama
ve Kredi büyümesini kontrol etmek için rezerv gereksinimleri ve kredi tavanları
gibi araçlar kullanılacaktır
Kredi Kalitesini Koruma ve
Sağlam kredi uygulamalarını sağlamak için kredi-değer oranı (LTV), borç-gelir
oranı ve döviz uyumsuzluklarına yönelik sınırlar hayata geçecektir.
Banka Dayanıklılığını temin
etmek için Sermaye yeterlilik gereksinimleri ve yabancı borçlanmalara
kısıtlamalar yoluyla bankaları bilanço şoklarına karşı güçlendirme
planlanacaktır.
Bu önlemler, stres testleriyle
sınanırken, sürecin bir kredi daralmasının olumsuz sonuçlarıyla yüzleşmeye yol
açmaması dikkate alınır.
IMF’in makro ihtiyatlılık
tanımına dair çizdiği çerçeve, uygulamanın araç ve amaçları konusunda ise çok net
bir tablo sunar:
Loan-to-value (LTV) oranı üst
sınırı: Kredi-değer oranı üst sınırı.
Vade uyumsuzluğu limitleri:
Vade uyumsuzluğu sınırları.
Debt-to-income (DTI) oranı üst
sınırı: Borç-gelir oranı üst sınırı.
Rezerv gereklilikleri: Zorunlu
karşılıklar.
Döviz cinsinden kredilere üst
sınır: Yabancı para cinsinden kredilere üst sınır.
Karşı-döngüsel sermaye
gereklilikleri: Döngüsel risklere ilişkin sermaye gereklilikleri.
Kredi veya kredi büyümesine
tavanlar: Kredi büyümesinde gözlenen aşırılıkların sınırlanması önlemleri
Zamanla değişen/dinamik
karşılık ayırma: Statik olmaktan çok dönemsel ve belirlenen eşiklere göre artan
ve azalan sermaye rezervleri.
Net açık döviz
pozisyonları/döviz uyumsuzluğu limitleri: Döviz Pozisyon risklerine karşı
alınan önlemler.
Kâr dağıtımı kısıtlamaları: Sermayeyi
destekleyecek şekilde Kâr dağıtımına yönelik kısıtlamalar.
Makro ihtiyati çerçeve
sınırları gerek teorik gerekse pratik bağlamda iyi çizilmiş bir kurgu olarak
görülmektedir. Bu çerçevede tek bir amaç vardır finansal sistemin sağlıklı
durumunu korumak. Sistem işleyişinde aksamaların oluşmasının önüne geçmek.
Bu kapsamda önlemlerin
uygulanmasında izlenecek akış ve kaçınılması gerekenler şu şekilde ifade
edilmiştir:
Parametreleri Değişen
Koşullara Göre Ayarlayın: Ekonomik döngülere veya yeni risklere uyum sağlamak
için makro ihtiyatlı araçların parametrelerini (örn. sermaye tamponları, LTV
oranları) gerektiğinde ayarlayın.
Sağlam ve Şeffaf İlkeler
Tasarlayın: Ayarlamaların nasıl yapılacağına dair net, şeffaf ve tutarlı
kurallar belirleyin. Bu, güvenilirlik ve öngörülebilirlik sağlar.
Eylemsizlik Riski Yüksekse ve
Kapasite Zayıfsa Kullanın: Risk yönetimi ve denetim kapasitesi sınırlıysa,
kurallara dayalı makro ihtiyatlı araçlar (örn. sabit sermaye gereksinimleri)
kullanarak eylemsizlik riskini azaltın.
Derin Yapısal Değişiklikler ve
Hızla Evrilen Riskler Olduğunda Kullanın: Hızlı değişen veya karmaşık risklerle
karşılaşıldığında, esnek ve duruma özgü araçlar kullanın.
Risk Tek Bir Kaynaktan
Geliyorsa Tekli Araç Kullanın: Risk iyi tanımlanmış ve tek bir kaynaktan
geliyorsa (örn. konut kredileri), tek bir hedefli araç (örn. LTV sınırı)
uygulayın.
Granüler Veri Yoksa ve Riskler
Genelleşmişse Geniş Tabanlı Araçlar Kullanın: Veri eksikliği veya yaygın
riskler varsa, geniş tabanlı araçlar (örn. genel sermaye tamponları) uygulayın.
Kaçınmayı Sınırlamak için
Geniş Tabanlı Tedbirlerle Destekleyin: Hedefli araçların etkisini artırmak ve
kaçınma riskini azaltmak için gerektiğinde geniş tabanlı önlemlerle tamamlayın.
Çatışmaları Çözmek için
Mekanizmalar Kurun: Makro ihtiyatlı politikaların diğer politikalarla (para
politikası, maliye politikası) uyumunu sağlamak için çatışma çözüm
mekanizmaları oluşturun.
Net Hesap Verebilirlik ve
Yönetim Düzenlemeleri Atayın: Politika uygulamasında kimin sorumlu olduğunu
netleştiren yönetim yapıları kurun.
Yapılmaması Gerekenler:
Müdahale Hakkını Abartmayın:
Aşırı esneklik veya keyfi kararlar, şeffaflığı ve öngörülebilirliği
azaltabilir; bu nedenle müdahale yaklaşımı sınırlı ve kontrollü
kullanılmalıdır.
Çoklu Araç Kullanımını
Abartmayın veya Yüksek Maliyetler Dayatmayın: Çok fazla araç kullanımı veya
aşırı maliyetli politikalar, finansal kurumlar ve ekonomi üzerinde gereksiz yük
oluşturabilir.
Aşırı Karmaşıklıktan Kaçının:
Özellikle hedefli araçlar kullanılırken, politikaların uygulanması ve
anlaşılması kolay olmalıdır; aşırı karmaşık tasarımlar etkinliği azaltabilir.
IMF raporunda kaçınılması
tavsiye edilen unsurlar, yani karmaşıklıktan, çoklu araç kullanımından ve
müdahale hakkının aşırı kullanımı, akılda tutulması gereken başlıklar olarak
yerini alır. Bu unsurlar, Türkiye sistematiğinde kural oluşturma metodolojilerinde
sıkça karşımıza çıkmaktadır.
IMF raporu, makro ihtiyatlılık
kavramının içeriğini tanımlamada oldukça net bir çerçeve sunar. Buna bağlı
olarak amaç, analitik kapsam ve araçlarla ilgili şu hususlar ifade edilir:
Amaç: Finansal hizmetlerin
sağlanmasında yaygın aksamaların riskini sınırlamak ve bu tür aksamaların
ekonomi üzerindeki etkisini en aza indirmektir. Sistemik risk, büyük ölçüde
ekonomik ve finansal döngülerdeki dalgalanmalar ve finansal kurumlar ile piyasalar
arasındaki bağlantılılık derecesi tarafından yönlendirilir.
Analitik Kapsam: Odak,
bireysel bileşenler yerine finansal sistemin bütünü (finansal ve reel sektörler
arasındaki etkileşimler dâhil) üzerinedir.
Araçlar: Esas olarak sistemik
riski hedeflemek için tasarlanmış ve kalibre edilmiştir. Çerçevenin parçası
olan diğer araçlar, sistemik riski hedeflemek amacına ilişkin olarak yönetim düzenlemeleriyle özel olarak
belirlenmelidir.
Yukarıda belirtilen çerçeve,
makro ihtiyatlı önlem kavramının sınır, hedef ve araçları konusunda ayrıntılı
bir tablo sunar. Özellikle, kredinin belirli bir ayrıma tutulmaması ve kredi
araçlarının sınırlılığı dikkat çeker. Bireysel kredi için ayrı, ticari kredi
için ayrı bir makro ihtiyatlı set bulunmaz. Kredinin büyümesi veya daralması
bir bütün olarak ele alınır. Ayrıca, krediye dair sınırlamalarda verilen temel
iki örnek, kredi/değer (LTV) oranı ve borç/gelir (DTI) ilişkisidir. Bu iki
başlığın bu şekilde yer alması, makro ihtiyatlı önlemlerin çıkış nedeni ile bu
unsurların kesişmesinden kaynaklanır. 2008 ABD veya diğer adıyla subprime
krizi, borçlanmada sınırların hiçe sayılması ve kredi değerliliği olmayan
kesimlerin krediyle buluşturulmasıyla ortaya çıkmıştır. Bu durum, iki nedene
dayanıyordu: Bir yanda gelir yetersizliği içindeki kesimlerin kredilendirilmesi
(DTI oranında aksaklık), diğer yanda bu kesimlerin öz kaynak koymadan kredi
kullanmasına izin verilmesi(LTV düzensizliği). Kredi yönetiminde temel aksama
noktaları açık ve net biçimde tanımlanmaktadır. Finansal sistemin kredi ile
hasar görmesinde kredinin gelir ile uyumsuzluğu ve öz kaynak içermeyen varlık
finansmanları sorunlu alanlar olarak görülmektedir.
İç tutarlığı bulunan bu iki
alanın dışında spesifik olarak bir kredi bileşeninin müdahale eksenine
yerleştirilmesi öngörülmemektedir.
Bu çerçede makro ihtiyatlı
önlem niteliğinde; çıkış sebebi ve etkileri göz önüne alınmadan yapılacak
uygulamaların, sistemik hasarlara ve ekonomide dengesizliklere yol açacağı
belirtilir. Ekonomide kamunun etkinliği ve makro ihtiyatlı modellerin kamusal
gücün tekeli içinde hem yarattığı hem de karşılaştığı meydan okumalar, bu
uygulamaları değersiz kılabilir.
Makro ihtiyatlı modelin,
ulusal bankacılık sisteminin kendi iç yapısına, sosyolojik ve tarihsel
gelişmelerine uygun olarak gelişen ürünlerine ve kurgusuna karşı bir yapıda tanımlanması, risk
yaratabilir.
Makro ihtiyatlı önlem
kavramının gerek tanım gerekse içerik olarak kabul görmüş çerçevesine göre uygulamanın hedefinde finansal kurumların ve
bunun üst yapısı olan finansal sistemin istikrarı bulunur. Finansal sistemin
istikrarını oluşturan pek çok boyut vardır ve finansal kurumlar bunun alt
kümesi olarak yer alır. Finansal kurumların sistemik bir istikrarsızlığa yol açmasına
ilişkin olarak sistemik düzeyde öne çıkan alanlar bulunur. Bunların başında
gayrimenkul sektöründeki dengesizlikler gelir.
Gayrımenkul finans sisteminde başat
bir varlık olarak yerini alır ve varlık fiyatları deyince ilk akla gelen
kavramdır. Varlık fiyatlarındaki dalgalanma ve yukarı yönlü hareketler uzun
vadede sistemik riske kapı açmaktadır.
Öte yandam makro ihtiyatlı
önlemin sisteme entegre edilirken aşırı düzenlemeden, karmaşıklıktan ve
görevler arası rol karmaşasından kaçınılması gerektiği belirtilmişti. Bu
noktada Makro ihtiyatlı önlem literatüründe yer alan bir diğer önemli başlık,
simülasyon ve test senaryolarıdır. Kavram üzerinde çalışan araştırmacılar ve
politika yapıcılar test ve simülasyonun altını önemle
çizmişlerdir. Simülasyon ve sağlıklı test sonuçları olmaksızın yapılacak
uygulamaların, istenen sonuçları vermekten uzak kalacağı üzerinde geniş bir
mutabakat söz konusudur. Doğru aracın ve buna uygun simülasyonun yapılması
kadar, buna ilişkin iletişimin de doğru kurgulanması gerekir. Piyasa aktörleri,
yapılan uygulama ve bunun boyutları ile gerekçeleri konusunda
bilgilendirilmeli, önlemler bunun akabinde uygulanmalıdır.
Özellikle para politikası
araçlarının makro ihtiyatlı önlem olarak kullanılmasından ve bunun tersinden
kaçınılması gerektiği vurgulanır. Makro ihtiyatlı önlemlerin para politikası
aracı olarak kullanılması konusunda en açık sözlü örnek, Erdem Başçı’nın tanımlamasında
görülür. Başçı’nın açık sözlü tanımıyla sınırlı olmayacak şekilde, Türkiye
örneğinde makro ihtiyatlı önlem çerçevesinin ve kurgusunun izlediği yol, iletişim
ve şeffaflık bakımında iyi uygulamaların tam aksi bir pratiği işaret eder.
Dünyadaki genel tanımların ve uygulama pratiklerinin dışında ilerleyen makro
ihtiyatlı önlem setlerinin hedefinde, Başçı’nın vurguladığı faizi düşük
tutmanın yanı sıra pek çok para ve maliye politikası hedefi yer alır. Türkiye
uygulamasında makro ihtiyatlı önlem kavramı, anlamsal bir dönüşüm geçirmiş ve
finansal istikrarı sağlama hedefi, çok daha farklı bir içerikte yer almaya
başlamıştır.
Kredi büyümesi, ekonomide bir
makro ihtiyatlı parametre olarak izlenmelidir. Ancak bireysel kredi-ticari
kredi arasında bir tercih yapılması ve Türkiye örneğinde olduğu gibi birinin
diğerine üstün tutulması, makro ihtiyatlı önlemleri karmaşıklaştırır.
Seçici kredi pratikleri sıkça
vurgulanan bir başlık olarak yer almaktadır. Bu noktada seçici kredi
pratiklerinin başlangıçta makro ihtiyati önlem olarak hayata geçtiği dikkate alınmalıdır. Akabinde birer finansal
politika aracı olarak krediler arasında ayrıma gidilmiş ekonomide fayda
sağlayan/sağlamayan kredi başlıkları a priori olarak ifade edilmiştir. Buna
göre bir uçta ihracat geliri sağlayan şirketler diğer uçta bireysel finansman
ihtiyacı olan şeklinde bir alternatifleme ortaya konmuştur. Bu seçimli sistemde
finansmanda öncelik ve daha ucuz kaynaklar birincisi için sağlanırken ikinci
kesim bırakın faiz indirimini ilave vergi ve fonlarla ekstra maliyetlerle
yüzyüze bırakılmıştır.
Faizlerin yüksek seyretmesine
karşın KKDF ve BSMV oranlarında yapılan artışlar bireysel finansman üzerindeki
kamusal yükü artırmış, devlet pek çok ülkedeki faiz oranını dahi aşan oranlarda
kredilere maliyet yükü bindirir konuma gelmiştir.
Söz konusu önlemlerin
ekonomide kaynakların verimli kullanım gerekçesi ile alındığı ifade edilse de
ekonomide bütünlüğü bozan bu kabil uygulamaların finansal sisteme fayda
sağlayacağına dair bir öngörüye sahip olmak olası değildir.
Türkiye uygulamasında ekonomi
yönetiminin tercihleri doğrultusunda oluşturulan makro ihtiyati çerçeveyi
tanımlayan temel nitelik esas olarak keyfilik ve tek taraflı diktasyon niteliği
taşımaktadır.
Türkiye pratiğinde, makro
ihtiyatlı önlem kavramının içinin farklı şekilde doldurulduğu görülür. Makro
ihtiyatlı önlem, öncelikle finansal kurumların sürdürülebilirliğini ve
sağlığını garanti etmeyi amaçlar. Bu yolla finansal istikrara katkı sağlar.
Finansal kurumların ekonominin geneline vereceği zararın azaltılması veya
zamanında müdahaleyle oluşumunun engellenmesi hedeflenir. Ancak bu zararlar,
finansal kurumların olağan faaliyetlerinden kaynaklanmaz. Finansal kurumların
marjinal alanlara yönelmesi veya sistematik olarak istikrar bozucu bir alana
ağırlık vermesi durumunda, kendi finansal bütünlüklerini bozmaları söz konusu
olur. Bu bozulma, doğrudan genel ekonomiyi tehdit edebilecek sonuçlar doğurur. 2008
krizinde tam da bu durum yaşanmıştır. Bankalar, düşük gelirli kesimlere konut
kredisi vermiş, kurallara uymamış ve bunu sistematik olarak yapmıştır. Kriz
sonrasında çözüm, kredi verirken daha itidalli olunması, oto finansman ve
gelir-borç dengesine riayet edilmesi olarak belirlenmiştir. Konut, niteliği gereği
pahalı bir metadır. Konut finansmanı için sağlanan kredilerde yaşanan
olumsuzlukların, ekonomi genelinde sorun yaratması şaşırtıcı değildir. Ayrıca,
kurumların birbirini tetikleyen olumsuzluk potansiyelleri de üzerinde durulması
gereken bir detaydır. Bir kurum kötü krediler vermiş, diğeri bu kredileri satın
alıp paketlemiş, üçüncü bir kurum ise bu paketi dünya çapında pazarlamıştır.
Kurumlar arasındaki bu bağ, oluşan zararı büyütmüştür. Bu rakamlar, sektör
geneline ve sonrasında ekonominin bütününe zarar verecek düzeye ulaşmıştır. Makro
ihtiyatlı önlemin, finansal kurumların korunması üst başlığı olmaksızın
finansal istikrar için kullanım şeklinde tanımlanması, Türkiye’de dünyada
örneği görülmedik şekilde finansal kurumların faaliyetleri ve ürünlerin
kullanımı ile finansal istikrar arasında bir bağ oluşturmuştur. Türkiye’de
makro ihtiyatlı önlemlerin içinde, dünyada benzerleri olan uygulamalar yer alsa
da, sadece Türkiye’ye özgü veya benzeri çok nadir olan uygulamalar, sıradan bir
politika bileşeni olarak içselleştirilmiştir. Uygulamaların makro ihtiyatlı
bağlamda finansal kurumların sağlığına etkisine dair simülasyon veya test
senaryoları yerine, uygulamanın ülke ekonomisinde sağlayacağı faydalar
(ithalatın azalması, tüketici harcamalarının azalması vb.) esas alınmıştır. Bu düzenlemeler,
kamu maliyesini, dış ticaret tercihlerini, döviz kuru politikasını veya faiz
politikasını ilgilendiren başlıkların çözümüne yönelik kullanılmıştır.
Türkiye’de makro ihtiyatlı önlem kavramının içeriksizleşmesine yol açan bu
süreç, finansal kurumlarda istikrarsızlığa ya da 2008 benzeri bir mortgage
krizine yol açmamıştır. Ancak ekonominin genel dengesine müdahale eden ve
bankacılık sektörünü baskı mekanizması altında faaliyet göstermeye zorlayan bu
durum, ülke ekonomisinde olumsuzluklara yol açmış veya olumlu uygulamaların
önünde bir kısıt oluşturmuştur.
Makro ihtiyatlı önlemlerin
ekonomideki istikrar sorunlarına çare olarak önerildiği bir yapı içinde, bu
sorunların kök nedenlerine inme konusunda yeterince istekli olunmayacağı
kuşkuları doğar. 2021 ve sonrasında, Türkiye ekonomisinde tüm makro finansal parametreler
üzerinde etkisi olan kararlar ve bunların sonuçları öne çıkmaktadır. Makro
ihtiyatlı önlem kavramında ana istikrar hedefleri arasında yer alan konut
fiyatlarındaki artışla gelinen nokta ise politika tercihlerinin yapısal olarak sorgulanmasını
gerektirir. Türkiye ekonomisinde, bankacılığın gelişimi ve dengeli ilerleyişi
ile finansal istikrar arasındaki ilişki, 2011 sonrasında başlayan ve giderek
yoğunlaşan, makro ihtiyat alt başlığı içine sıkışan ekonomik ajanda ile
bozulmuştur.
Finansal istikrar
parametrelerindeki algının bankacılığa odaklanması ve bu odaklanmanın,
bankacılıkta sağlanan kazanımların farklı alanlarda kullanılabileceği kanısını
güçlendirdiği söylenebilir. Bununla ilgili olarak sektörün büyümesi yavaşlarken
kamu bankalarının aldığı payın artması bu kanıyı güçlendiren bir veridir.
Türkiye ekonomisinde,
bankacılık alanındaki dengeli gelişimin bozulması ile iktisadi istikrarın
bozulması arasındaki korelasyon, göz ardı edilemeyecek kadar belirgindir.
Ekonomide, makro ihtiyatlı önlemlerle yürütülen iktisadi tercihlerin, genel
dengeye hasar verdiği, piyasa ekonomisinin işleyişini zedelediği ve bunun
istikrar bozucu sonuçlara yol açtığı geniş bir çerçevede kanıtlanamazsa da, bu
politikaların etkileri göz ardı edilemez.
Türkiye ekonomisinin, yüksek
faiz başta olmak üzere içine düştüğü iktisadi sorun ve sınırların kökeninde,
yanlış kurgulanmış modellerin etkisi olduğuna dair güçlü kanıtlar bulunur.
Türkiye özelindeki uygulama
örnekleriyle makro ihtiyatlı ve karşı-makro ihtiyatlı kapsam, Türkiye iktisat
politikalarında temel bir yanlış kurgunun hayata geçtiği tezini ortaya koymaktadır.
Bankacılığın mikro denetim alanına ilişkin unsurlara, makro ihtiyatlı önlem adı
altında otorite tarafından müdahaleye edilmesi, 2021 ve sonrasında
belirginleşen iktisadi olumsuzluklarla dolaysız biçimde ilişkilidir.
Mikro denetim ve işleyişe dair
konuların, genel ekonomik istikrar gerekçesiyle düzenlenmesi, kısıtlanması ve
yasaklanmasıyla gelişen bu sürecin, ülke ekonomisinde yaşanan olumsuz süreçlerle
bağı olduğu düşüncesi temelsiz değildir.
Bir Merkez Bankası başkanının,
faizlerin olması gerektiği düzeyden düşük olduğunu bilmesine rağmen, bunun
olumsuzluğunu giderecek çareyi makro ihtiyatlı önlemde bulduğunu ifade etmesi,
sürecin en net ifadesini verir. Diğer tüm faktörler sorunsuz olsaydı dahi Erdem
Başçı’nın “faizi olması gerekenden düşük tutabiliyoruz” ifadesi kendi başına
sorgulanmayı ve değerlendirilmeyi gerektirecekti.
Makro ihtiyatlı sıkılıktan
anlaşılan, kredi alanındaki düzenlemeler olsa da, aynı (düşük) faiz oranının
kaynak sağlayanlar için de geçerli olduğu unutulmamalıdır. Bu yalın gerçeği
görmekten alıkoyan finansal miyopluk özünde ekonomide sorgusuz biçimde
uygulanabilen baskıcı uygulamaların sonucudur.
Türk bankacılık sisteminin
2001 sonrası hızlanan gelişim trendini dünyadaki yerini, 2010’ların başından itibaren
reel olarak geliştirememesi, başlı başına bir ekonomik sorun olarak
değerlendirilmelidir.
Bu ve benzeri sorunların tüm
cevaplarını bir arada bulmak mümkün olmasa da, Türk ekonomisinin uzun bir dönem
boyunca yoğun şekilde uygulanan ve uygulanmaya devam eden bu politikalardan
etkilendiği göz ardı edilemez. Makro ihtiyatlı politika adı altında, bankacılık
sisteminin kendi iç dinamiklerine müdahale anlamına gelen uygulamaların geniş
çaplı değerlendirmesi önem arzetmektedir.
TÜRKİYE’DE MAKRO İHTİYATİ
ÖNLEM UYGULAMALARI
Basel Uzlaşısı ve 2001 Krizi
Sonrası Reformlar
Türkiye’de, Basel Uzlaşısı
çerçevesinde makro ihtiyatlı önlem setleri, 2008 krizinden önce, 2000’li
yılların başında hayata geçirilmeye başlanmıştır. Bu önlem setleri, esasen
Basel sermaye tanımlarına uygun aktif yönetimi esaslarını bankacılık sistemine entegre
etmeyi hedeflemiştir. Bankacılıkta, aktiflerde kredi ve kredi benzeri varlıklar
ile pasifte sermaye tanımları konusunda yeknesaklık sağlanması amaçlanmıştır.
Bu dönemin 2001 krizinin hemen ertesine denk gelinmesi ve bankacılık
denetiminde Derviş Planları ile paralel düzenlemelerin hayata geçirilmesi
dikkat çeker.
Türk bankacılık sistemi, uzun
süre Tasarruf Mevduatı ve Sigorta Fonu (TMSF) bünyesinde denetlenmiş; ancak
2001 krizinde bu denetimin yetersizliği, ampirik gelişmelerle teyit edilmiştir.
1994’te üç bankanın batışının ardından, 2001 krizinde batan bankaların
çeşitliliği ve batış nedenlerinin farklılığı, Türk bankacılık sisteminde esasen
bir mikro denetim zaafiyetini göstermiştir.
Bu dönemde, sorunlu hale gelip
faaliyetine son verilen bankaların, temel olarak kötü yönetim ve iç
usulsüzlüklerden etkilendiği konusunda genel bir mutabakat vardır. Batış
aşamasına gelen finansal kurumların, banka sahiplerinin kendi içlerinde veya
benzer banka sahipleriyle kurduğu ilişki ve yöntemlerle finansal sorunlar
yarattığı anlaşılmaktadır. Bu sürecin detaylı incelemesini yapan ve kamu
zararını bertaraf etmeye çalışan ekonomi yönetimi, temel çözüm olarak
bankacılıkta denetim mekanizmasını güçlendirmiştir. BDDK’nın kuruluşuyla, Basel
Uzlaşısı’nın kural ve kısıtlamaları eş zamanlı olarak içselleştirilmiştir.
BDDK’nın denetim mekanizması iyileştirilirken, kredi ve sermaye başlıklarında
2001 krizinin deneyimleri doğrultusunda usulsüz işlemlerin önüne set
çekilmiştir.
Firma ve Teminat
Derecelendirme
Türkiye, sorunlu gördüğü
alanları adresleyen makro ihtiyatlı önlemlere, ABD krizinden yaklaşık on yıl
önce başlamış ve yaşanan yerel finansal olumsuzluklardan aldığı dersi başarıyla
uygulamıştır. Kredilerin, yani aktiflerin sınıflandırılması yapılmış; sermaye
ile krediler arasındaki ilişki, özellikle olası kayıp hesaplarıyla muhafazakâr
bir şekilde hesaplanabilir hale gelmiştir.
Türkiye’de bankacılık sistemi,
firma/teminat ve kredi derecelendirme modelleriyle, kullandırılan kredi ile
sermaye arasındaki ilişkiyi, daha kredi tahsis aşamasında belirler duruma
gelmiştir.
Bu, daha açık ifade edilirse;
bir kredinin tahsisinde, öncelikle krediyi kullanan firmanın mali ve diğer
bilgileri değerlendirilerek bir risk derecesi oluşturulmasıdır. Bu derece, en
risksizden en riskliye uzanan bir skalada firmaları sıralar. Kredi kullanımında
risk eşiği belirlenerek, belirli bir risk seviyesinin üzerindeki firmaların
kredi kullanımı engellenir. Firmaların göreli bir yapı içinde yer alması, bu
alandaki olası tartışma ve çatışmaları önler. Firmalar, birbirlerine göre
konumlandırıldıkları için daha iyi ya da kötü olmanın kriterleri net bir
şekilde ortaya konabilir.
Basel Uzlaşısı çerçevesinde,
teminatların rolü de sisteme entegre edilmiştir. Teminatlar, kredinin geri
ödenmesinde zorluk yaşandığında devreye girer. Ancak teminatların etkinliği de
farklılık gösterir. Alınan teminatın objektif değeri ve krediyi karşılama
kapasitesi, değerlendirme kriterleri arasında yer alır.
2002 sonrası, bankacılık
sistemini iyileştiren düzenlemelerde, teminatların sınıflandırılması özel bir
önem taşımıştır. Firma kredi derecesi ile teminat derecesinin birleşimi, kredi
derecesini oluşturmuş ve bir kredinin tahsis aşamasında olası zarar yaratma
kapasitesini göstermiştir.
Firma/teminat dereceleriyle
kredi derecesine ulaşılması, kredi portföylerini sağlıklı ve tutarlı bir
şekilde değerlendirme şansı vermiştir. Basel Uzlaşısı’nın ana omurgası olan
sermaye yeterliliği konusunda, tartışılmayacak bir ortak çerçeve oluşturulmuştur.
2008 Krizine dair teğet geçme
argümanının da en net açıklaması aslında bu önlemlerde saklıdır. Bu konuda
sağlanan sıkı duruş dünya konjonktüründe yaşanan olumsuzlukların Türkiye
ekonomisindeki etkilerini sınırlamıştır. Bu durum aslında Türkiye ekonomisindeki
gelişmeleri dış faktör ağırlığında açıklama eğilimlerine de önemli bir karşı
duruş olarak değerlendirilmelidir. Türkiye’de finansal sistemin en önemli
gelişme gösterdiği alt dönemlerden birisi de 2008 kriziyle eş zamanlı ve bunu
takip eden dönemlerdir. Bu dönemde dünya konut kredisi kaynaklı sorunlarla
boğuşurken Türkiye bu alanda rekor rakamlara ulaşmakta ve konut kredisi tabana
yaygın biçimde gelişme göstermektedir.
2002-2015: Türkiye’de Finansal
İstikrar Dönemi
Türk bankacılık sisteminin,
2002’den 2015’e kadar yüksek büyüme ve ürün çeşitliliğine rağmen neredeyse
hiçbir yapısal olumsuzluk yaşamaması, 2008 krizinin olumsuz etkilerinin,
zamanın siyasi tanımıyla “teğet geçmesini” sağlayan bu çerçevenin başarısıdır.
Türkiye ekonomisi, 2002’den itibaren istikrar deneyimini başlatmış ve 2004’teki
paradan sıfır atma operasyonuyla bu istikrarı zirveye taşımak için altyapısını
tamamlamıştır.
Cumhuriyet döneminin son 50
yılında eşi görülmemiş bir istikrar içinde büyüme örneği ortaya konmuştur. Bu
dönemin başlangıcı 2002 sonrasına, bitişi ise 2015 öncesine tarihlenir; ancak
anlatım kolaylığı için bu süreci istikrar içinde finansal büyüme dönemi olarak
tanımlamak uygun olacaktır. Bu dönem, Türkiye’nin Cumhuriyet tarihi boyunca
finansal ürünlerin nitelik ve nicelik açısından daha önce ulaşılmamış
seviyelere çıktığı bir dönemdir. Önceki dönemlerde, Türkiye’de finansal
ürünler, hem nitelik hem de nicelik açısından bu dönemle kıyaslanamayacak kadar
sığ ve yetersizdir. 2002-2015 dönemindeki temel makroekonomik göstergeler,
ekonomik istikrarın ana noktaların hemen her alanında sağlandığını
göstermektedir. Aynı dönemde, finansal sektörün gelişimi, bu istikrara eşlik
eden bir büyüme sergilemiştir. Finansal büyümenin niceliksel yanının yanı sıra,
niteliksel dönüşüm de dikkat çekicidir. 2002-2015 döneminde, hane halkı
finansal derinliği hiç olmadığı kadar gelişmiş ve bireysel bankacılık ürünleri
büyük bir ilerleme kaydetmiştir. Bu süreç, 2002 ve öncesinde Türkiye finansal
sistemine dair değerlendirmeler açısından bir başarı hikâyesi ve beklentilerin
hayata geçişi olarak tanımlanabilir.
Türk Bankacılık Sisteminde
İnovasyon
Türkiye ekonomisinin 2000’li
yıllar öncesinde belirlenen iki temel yapısal zayıflığı, 2000’li yılların
özellikle ilk on yılında hızla telafi edilmiş ve Türkiye ekonomisi, daha önce
karşılaşmadığı makro rasyolarla tanışmıştır. Bu rasyolar, mevduatın krediye
dönüşüm oranı ve hane halkı borçlanma miktarıdır.
Türkiye’de geleneksel olarak
mevduat ve kredi arasındaki dağılım, mevduatın krediye nazaran çok daha yüksek
olması şeklinde gerçekleşmiştir. Kredinin mevduata dönüşüm oranının, 2000’li
yıllar öncesinde çok düşük olduğu bilinmekte ve bu, Türkiye açısından yapısal
bir zayıflık olarak tanımlanaktadır. Gerek 1994 gerekse 2001 krizlerinde
bankaların zor duruma düşmesi üzerinde durulmuş, ancak bu durumun arka planında
kategorik olarak kredilerin geri dönmemesi yani kötü kredi kullanımı gibi bir
neden spesifik olarak bulunmamıştır.
Krediler ancak banka grupları
arasında karşılıklı işlem (back to back) vb. kaynaklı nedenlerin ağırlığında
bankalara yapısal sorun yaratacak denli sorunlu konuma gelmiştir. Türk
bankacılık sisteminin yaşadığı olumsuzlukların temelinde, bilanço
uyumsuzlukları ve kamu kesimi borçlanmasının yarattığı dengesizlikler yer
almıştır.
Bankaların, düşük getirili
kamu borçlanma kâğıtlarını finanse ederken zorluk yaşaması, bu dönemde yaşanan
en net örneklerden biridir. Hızlı artan faiz oranları bu düşük getirili hazine
kağıtlarını finanse eden Bankaların sonunu getirmiştir.
2000’li yıllarda, Türk
finansal sisteminde mevduatın krediye dönüşüm oranı yükselmiş ve kredi ile
mevduat arasındaki makas hızlı bir şekilde kapanmıştır. Bu artış, kaynakların
ekonomiye dönmesini sağlarken, finansal sistemin organik büyümesi anlamına da gelmiştir.
Mevduatın krediye
dönüşümündeki pozitif gelişimle
birlikte, hane halkı borçlanmasındaki artış da önemli bir dönüşüm oluşturmuştur. Hane halkı borçluluğu, Türkiye
ekonomisindeki önemli fırsat alanlarından biri olarak tanımlanmış ve artış
göstermesi bir beklenti olarak ifade edilmiştir.
Türkiye’nin 2000’li yıllar
başlarken OECD ve gelişmekte olan piyasalar (EME) ülkeleri arasında hane halkı
borçlanması açısından geride olması, finansal sistem için bir fırsat olarak
görülmekteydi. Bu fırsat, bankacılık sisteminde sağlanan ürün gelişimiyle
değerlendirilmiştir.
2000’ler öncesinde yüksek
enflasyon, halkın tüketim alışkanlıkları ve finans konusundaki bilgi birikim
yetersizlikleri, Türkiye’de bireysel bankacılığın gelişimini kısıtlamaktaydı.
Düşen enflasyon ve bankaların proaktif ve yenilikçi yaklaşımları, bu dönemde
bireysel bankacılığı hızlı bir gelişim temposuna soktu. Bireysel bankacılık
alanında kredi ürünlerinin gelişimi, büyümeyi ivmelendirdi.
Bankalar, Basel Uzlaşısı
çerçevesinde sağladıkları sermaye yastıklarını kullanarak, bireysel alanda
büyüme fırsatlarını değerlendirdi. Türk bankacılık sisteminin bu alandaki
başarılarında Türk
halkının sosyolojik özellikleriyle uyumlu ürün geliştirme becerisi de kendini
göstermiştir.
Kredi Kartına Taksit Sistemi:
Türkiye’de geleneksel olarak senetle yada senetsiz veresiye alışverişin
yaygınlığı, bankaları bu konuda yenilikçi bir çözüme yöneltti. Bankalar, halkın
taksitle alışveriş tercihini finansal bir ürüne dönüştürerek, kredi kartıyla
taksitli alışverişi geliştirdi.
Bu uygulama, bankaların risk
algısı içinde tahsis edilen kredi kartı limitlerinin daha geniş bir kullanım
alanı bulmasını sağladı. Uygulamanın tüketimi körükleyeceği iddiası ise kendi
içinde çelişki barındırmakta ve bu tür olumsuzluklara ilişkin kanıtlanmış saha
çalışmaları bulunmamaktaydı.
Esas olarak kredi kartı, bir
borçlanma değil, alışveriş ve işlem aracıdır. Kredi kartıyla yapılan taksitli
alışverişin alternatifi, aynı malın vadeli olarak senet gibi araçlarla
satılmasıdır. Bu durum, operatif unsurlar açısından daha olumlu bir çözüm olmaktan
uzaktır. Makro ihtiyati önlem manzumesinde, kredi kartına taksit uygulaması hedef
alınmıştır. Bununla beraber bu sistemin makro ihtiyati önlem setine dâhil
edilmesine dair tutarlı bir gerekçelendirme görülmemektedir.
Bireylerin irrasyonel bir
tutum içine girerek ödeyemeyecekleri kredi kartı harcamalarında taksitli mal
alımını kullanacaklarına ilişkin herhangi bir bilimsel çalışma, test ve
simulasyon bulunmamaktadır.
Bireylerin tüketim
planlamalarını öne çekmeleri olası olsa da tüketimden vazgeçeceklerine dair bir
bilgi bulunmamaktadır. Bankaların tahsis ettiği limitin, kullanıcılar
tarafından daha çok kalıcı ürünlere harcanması, ödeme imkânını ve dolayısıyla
sistemik riskin azalmasını ise destekler.
Kredi kartına taksitin pek çok
alandan kaldırılarak işlemlerin daraltılmasının önceki bölümlerde tanımlanan
Makro İhtiyati Önlem kurgusuyla bağ ve ilişkisinin bulumadığı görülmektedir.
Yaygın biçimde dayanıklı veya
dayanıksız tüketimin kısa vadeli bir ödeme aracı ile karşılanması finansal
sistemi riske atacak en son unsurlardan biri olarak görülmektedir.
Burada bankalar mikro
denetimle kredi kartı limiti verirken kural dahilinde ve DTİ kurallarına uygun
operasyon yapmaya yönlendirilebilir. Buna karşın alışverişin Kredi Kartı
üzerinden yapılmaya yönlendirilmesinin finansal sisteme katkısı olası marjinal
NPL düzeylerinin çok üzerinde olacaktır.
Kredi Kartı ile satış ülkenin
yapısal bir sorun alanı olan kayıtdışılığın en önemli çözümüdür. Türkiye’de
kamu otoritesi özellikle hizmet ticaretinde ve hizmet ticareti ile sınırlı
kalmamak üzere tüm perakende alışverişte belge alma düzenini temin edememiştir.
Böylesi bir durumda alışverişlerin kart üzerinden gerçekleşmesi sistemi
kayıtdışılığın olumsuz etkilerinden çıkarabilmektedir.
Ticari işlemlerin Bankacılık
sisteminden geçişini teşvik eden Kredi Kartı ile taksitli alışveriş sisteminin
kısıtlanmasının Makro İhtiyati tedbir setine dahil edilmesi bu yönüyle anlamlı
görünmek bir yana ihtiyat anlayışının tam karşısına konumlanmaktadır.
Bankacılık sisteminin taksit
sisteminden zarar görmesi finansal sistemin bundan olumsuz etkilenmesi görüşü
test ve simülasyona dayanmayan ekonomi yönetiminin farklı amaçla dikte ettiği
bir uygulama olarak yer almaktadır.
Maaş Anlaşmaları ve Bireysel
Kredi Türleri:
Türk bankacılık sistemi, kredi
kartına taksit gibi yenilikçi ürünlerin yanı sıra, gelişmiş ülkelerde uzun
süredir var olan bireysel kredi ürünlerinde de düşük enflasyonun sağladığı
düşük faiz ortamında gelişmeler sağladı. Türk bankacılık sisteminin izlediği
yolun temel sınırlayıcısı, risk algısı içinde büyüme ve pazar payı artışıydı.
Rekabetin risk algısını değiştirmeyeceği dikkate alındığında, bankalar büyümek
için uygun ürün geliştirme, hizmet kalitesi, hız ve inovasyona öncelik verdi.
Bu bağlamda, ihtiyaç kredisi, ek hesap, taşıt kredisi ve konut kredisi olmak
üzere dört temel kredi ürünü ve kredi kartı üzerinde rekabet hayata geçti. İhtiyaç
kredisi, en geniş hedef kitleyi amaçlayan üründü. Kişilerin gelirlerinin
yetersiz olduğu durumlarda, gelecekteki gelirlerini güncel faiz oranından
iskonto ederek nakit ihtiyaçlarını karşılama amacı taşıyordu. İhtiyaç
kredisinin en önemli hedef kitlesi, maaş gelirine sahip kamu ve özel sektör
çalışanlarıydı. Türk bankacılık sistemi, bu konuda yenilikçi bir yaklaşım sergileyerek,
maaş anlaşmaları yoluyla kredi ihtiyacı olan geniş kitleleri portföyüne dâhil
etmeyi tercih etti.
Maaş anlaşması, bankacılıkta
veya başka bir sektörde az rastlanan bir müşteri kazanma yöntemi olarak öne
çıkar. Türk bankaları, bu konuda rekabete dayalı ve peşin yatırım içeren bir
yaklaşımı benimsemekten kaçınmamıştır. Bankalar müşteri kazanmanın bir yolu
olarak kurumlarla belirli süreli anlaşma yoluna gitmişler, maaş ödemelerini
devralma karşılığında çoğunlukla kurum çalışanlarına, bazı durumlarda ise özel
şirketlere doğrudan ödeme yapma yoluna gitmişlerdir.
Bu yaklaşım hizmetin üzerine
para ödenerek yapılması yönüyle eleştirilebilir. Benzer bir örnek hemen hiçbir
sektörde bulunmamaktadır. Türkiye örneğinde maaş anlaşması uygulaması hizmet
satış mantığını tersine çevirmektedir. Burada hizmeti veren hizmeti alana peşin
ücret ödemektedir.
Bu sürecin temel motivasyon
kaynağı hızla gelişen bireysel bankacılık alanıydı. Bankalar bu süreçte
müşterilerin kendi rızaları ile maaşlarını aldıkları bankaların kredili
ürünlerini kullanmalarını beklediler. Bu rasyonel beklenti büyük oranda
karşılanırken büyüyen bireysel kredi pazarında pay artışının yolu maaş
anlaşması yoluyla müşteri kazanmaktı. Bankacılık sisteminde o zamana dek
benzeri pek bulunmayan bu uygulamalar esas olarak bankalara kısa yoldan en
risksiz müşteri kesimini bünyelerine kazandırma imkânı vermekteydi.
Bankalar maaş anlaşması
yoluyla değil yine benzer şekilde daha az risk içeren geniş bireysel
müşterileri bünyelerine katacak şekilde benzer uygulamalar içine girebildiler.
Bu uygulamalar arasında örneğin özel okul ödemelerinin üstlenilmesi
gelmektedir. Çocuklarını özel okula gönderen aileleri banka müşterisi yapmanın
yöntemi olarak hayata geçirilen bu kabil anlaşmalar yoluyla zaman içinde
müşteri tabanı risk unsuru azalacak şekilde gelişebilmekteydi.
Kredi Risk Yönetimi
Yukarıda belirtilen inovatif
gelişmeler Türk bankacılık sisteminde finansal istikrarı tehdit edecek düzeyde
bir kredi geri ödeme sorunu oluşmadığını işaret etmektedir. bankaların, kendi kural ve iç sistem
çalışmaları ile doğru hedef kitleyi portföye dâhil etme çabalarıyla sorunsuz
bir büyüme yolunda olduğunu göstermektedir. Türk bankacılık sistemi, 2000’li
yılların ilk on yılında, bireyleri kredi ve bankacılık sistemine dâhil ederek
önemli bir dönüşüm geçirmiş; krizlere dayanıklı, borç ödeme gücü olumlu ve
teminat yapısını dikkate alan bir finansal aktif yönetimi tercih etmiştir. Türk
bankacılık sisteminde bireysel kredilerin toplam kredi hacmindeki payı,
2002’den itibaren aşağıdaki grafikte görülmektedir. Grafiği yorumladığımızda,
en önemli unsur, Türkiye’de bireysel kredilerin 2002’de neredeyse yok denecek
düzeyden, toplam krediler içindeki payını yaklaşık %25’e taşımasıdır. Bu
başarı, NPL (takipteki alacaklar) seviyesinin hiçbir zaman tehdit edici
boyutlara ulaşmaması ile elde edilmiştir. Kredi bazında NPL seviyeleri, yıllar
itibarıyla şu şekilde gelişmiştir:
Özellikle konut kredilerinin NPL oranının
hiçbir zaman %1’e bile ulaşmaması dikkat çekicidir. Bankacılık sisteminde en
iyimser rasyolar bile %1’lik bir NPL oranını şaşkınlıkla karşılar. Bu, Türk
bankacılık sisteminin konut kredisi kullandırımında marjinal alana taşmadığını
ve kullandırımların usul ve uygulamalarının tutarlılığını teyit eder. Buna
ilave olarak konutun Türk halkı için taşıdığı rol ve önem de bu duruma etki
etmektedir. Türk halkı için konut kazanılması gereken bir değer; kaybı ise telafisi olanaksız bir
varlıktır. Türkiye’de bireylerin evle kurdukları ilişki ile örneğin ABD
mortgage krizine yol açan süreçler arasında korelasyon bulunmaz.
Evin sınıfsal olarak tercih edilmesi ve edinilen
evin koşullar ne olursa olsun muhafazası esastır. Evin kaybedilmesi felakettir
ve Türkiye sosyolojisi bunu göze almaz.
Konutun bir yatırım aracına
dönüşerek enflasyonist dönemde enflasyonu ve alternatif tüm birikim
seçeneklerini aşan düzeyde fiyat artışına uğraması ise sürecin çok daha farklı
bir görünümü olarak yerini alır.
Türkiye ekonomisi ironik
biçimde kredili konut alımının en olanaksız olduğu dönemlerde konut/varlık
fiyatlarında aşırı artışla karşılaşmıştır. Bu durum makro ihtiyati önlem
çerçevesinin sistemik riski yönetmek ve azaltmak bir yana tam ters netice
yarattığını göstermektedir.
Varlık/konut fiyat
artışlarının konut talebini geriletmemesi kredili konut satışlarının ihmal
edilebilir düzeyde olması bu konuda alınan önlem setlerinin kurgusundaki
hataları göz önüne sermektedir.
Bu noktada konut fiyat
artışlarının 2008 Amerika krizine benzer
bir balona dönüşme ve sistemi tehdit etme riski öngörülmemektedir. Bununla
beraber makro istikrara verilen hasar ve reel sektöre yönelik olumsuzluklar;
örneğin artan konkordatolar piyasa dengesizliğinin doğal neticesi olarak öne
çıkmaktadır.
Bu noktada NPL artışı yada
benzer bir sistemik risk emaresi görülmemesine karşın uygulanan katı
tedbirlerin Bankacılık sistemine yarardan çok zarar getirdiği yada Bankacılık
sistemini iyileştirici bir etki yaratmadığını söylemek abartılı olmayacaktır.
Türkiye’de Bankalar kredi
karar destek sistemlerini oluşturma konusunda olası kriz senaryolarını bertaraf
edecek şekilde dikkat harcamışlardır. Bu yönüyle ihtiyat tedbirleri içeriğinde
bu yapıları geliştirici detaylardan ziyade yasaklayıcı uygulamalar olduğu
görülmektedir.
Bankaların bireysel kredi
karar mekanizmaları hakkında daha ayrıntılı bilgi vermek gerekirse: Bankalar,
bireysel kredi ve kredi kartı kullanımında, kredi karar sisteminde Kredi Kayıt
Bürosu (KKB) skoru ve banka risk yönetim birimlerince onaylanan içsel skorkart
eşiklerini kullanır. KKB skoru, bankalarca müşterilerin kredi geri ödeme
performansları ölçülerek oluşturulan bir araçtır. Bu skor, bankacılık sistemine
dâhil olan tüm müşterilerin kredi ve kredi kartı kullanım durumlarını ve taksit
ödeme performanslarını değerlendirir. Bankalar tarafından Kredi Kayıt Bürosu’na
ulaştırılan veriler, istatistiksel olarak detaylandırılarak, kredi geri ödeme
performansı iyi olan müşterilerin, kötü olanlara göre pozitif ayrışmasını
sağlar. Bir müşterinin yüksek KKB skoru, kendisi gibi yüksek skorlu müşterilere
benzer şekilde geri ödeme performansının da yüksek olacağı anlamına gelir. KKB
skor eşikleri, bankalara müşteri taleplerinde tarafsız ve objektif bir kriter
sunar. Bankaların müşteri kredibilitesini ölçmek için kullandığı skorkartlar
ise müşteriye ait demografik ve iktisadi bilgilerden yapılan istatistiksel
değerlendirmelerle elde edilir. Her bankanın kendi müşteri veri tabanındaki
bilgilerin değerlendirilmesiyle, müşteri kredi ödeme eğilimini en iyi açıklayan
veriler kullanılarak oluşturulan skorkartlar, KKB skoruyla birlikte işlevsel
olur. Bu kredi karar eşik sistematiği, bankalar için hem sağlıklı bir kredi
portföyü oluşturmada hem de risk yönetim sistemlerinde bir karar ağacı olarak
gereklidir.
Kredi geri ödeme performansı,
2008 Mortgage Krizi de dâhil olmak üzere, finansal sistemi tehdit eden
olumsuzlukların başında gelir. Ödenen bir kredi nedeniyle finansal sistemin
sorunlu hale gelmesi söz konusu değildir. Bu nedenle, bankaların asli fonksiyonu
olan kredi sürecindeki olumsuzlukların önüne geçmek gerekir. Skorkartlar ve KKB
skor eşikleriyle getirilen düzenlemeler, kredi karar süreçlerini sadeleştirir
ve olumsuz müşterileri dışlayarak sistemi temizler.
8.6.
Türkiye’de Makro İhtiyati
Önlemlerin Uygulanışı
Türkiye’de üzerinde çok fazla
durulması ve merkezi bir rol verilmesine karşılık makro ihtiyati önlemlerin,
simülasyona ve sektör gereklerine başvurmadan, para politikası araçlarını ikame
amacıyla kullanıldığı, bizzat TCMB Başkanı tarafından ifade edilmiştir. Erdem
Başçı’nın 2014’te Portekiz’de yaptığı sunumda, makro ihtiyati önlem kavramını
faiz oranlarıyla karşılaştırması bunun açık bir örneğidir. Başçı, makro
ihtiyati önlemleri sıkılaştırarak faizin olması gerekenden daha düşük
tutulabileceğini belirtmiştir. Türkiye’de makro ihtiyati önlemlerin kullanım
amacı, giriş bölümünde ve genel literatürde öngörülen finansal istikrar
hedeflerinin çok ötesine ve dışına çıkmıştır. Başçı’nın bu açık sözlü
tanımlaması, Türk bankacılık sisteminde 2014’e kadar makro ihtiyati önlem adı
altında hayata geçirilen uygulamalarla yan yana koyulduğunda, konu daha net
ortaya çıkar. Türk bankacılık sisteminin makro ihtiyati önlem olarak ilk
tanıştığı düzenleme, LTV (kredi-değer oranı) düzenlemesidir. Ocak 2011 tarihli
bu düzenleme, bankaların konut kredisi kullanımında, ekspertiz değerinin
%75’ini aşmadan kredi vermesini zorunlu kılmıştır. Bu düzenlemeden önce, Türk
bankacılık sisteminde konut kredisi kullanımına yasal bir sınırlama
getirilmemiş olsa da, bankalar uygulamada, istisnai durumlar hariç, %75 oranını
iç düzenleme olarak benimsemişti. Bankacılık düzenlemeleri, bankaların hangi
müşteriye, hangi krediyi, hangi vadede vereceğine dair bir sınırlama
koymamıştı. Bankalar, kaynak yapılarına göre kredi vade sınırlamalarını kendi
iç mevzuatlarında oluşturmuştu. Konut kredisini diğer kredilerden ayıran, bu
kredilerin Banka ve Sigorta Muameleleri Vergisi (BSMV) ile Kaynak Kullanımı
Destekleme Fonu’ndan (KKDF) muaf olmasıydı. Banka müşterileri, konut kredisi
finansmanında vergi ve fon ödemediği için daha da uygun finansman imkânı elde
edebiliyordu.
Konut kredisine benzer bir
diğer ürün ise Tüketici Destek Kredisi adı altında müşterilere sunulmaktaydı.
Bankalar KKDF’den muaf ama
BSMV’ye tabi olan TDK ile ek gayrimenkul teminatı sağlayarak uzun vadeli
finansman imkânı sunuyordu.
İhtiyaç kredileri, özünde
ticari faaliyeti olmayan bireylerin nakit ihtiyaçlarını karşılamayı amaçlasa
da, maddi teminat sağlanarak daha uzun vadede ve daha yüksek miktarlarda kredi
kullanımı mümkün oluyordu.
Uygulamada, krediler
genellikle 36 ay vadeli olarak kullandırılıyor; istisnai durumlarda 48, 60, 72
ve 84 aya kadar uzanan vadelerde kredilendirme imkânı yaratılıyordu. Bu noktada
tüketici destek kredisi uygulamasından daha detaylı olarak bahsetmek faydalı
olacaktır.
Tüketici destek kredisi,
Amerika’daki ikinci mortgage benzeri bir uygulama olup, evin ekspertiz değerine
oranla ev sahibine ek finansman sağlamaktaydı. Mevzuatta bu kredilere de KKDF
muafiyeti sağlanarak, konut kredisi gibi daha ucuz finansman imkânı
yaratılmıştır.
Konut kredisinden farklı
olarak, bu kredinin tutarı satıcıya değil, krediyi kullanan kişiye ev sahibine
ödenmektedir. Özellikle evlerinin değeri kullanılan kredinin üzerinde olan veya
ev alırken kredi kullanmamış ev sahipleri, ilabe finansman ihtiyaçlarında bu krediye
başvurarak kendilerine nakit imkân yaratmaktadır. Bu krediler kategorik olarak
nakit krediyi teminat altına alarak özünde Makro İhtiyat setine katkı sağlayan
bir yapıyı oluşturmaktadır.
Türk bankacılık sistemi,
bireysel kredileri geniş kitlelere yaymak için maaş anlaşması kanalını hayata
geçirerek hedef kitlede seçici bir Maaş anlaşması uygulaması çok boyutlu çapraz
ve yukarı satışa imkan veren bir inovasyondur. Banka ticari olarak çalıştığı
firmanın bütün nakit akışına hakim olmakta; maaş ödemelerinin detaylı bilgisine
vakıf olmaktadır. Banka yapılan anlaşma ile firma nezdinde de azımsanmayacak
değer yaratımına imkan vermektedir. Firmalar çalıştıkları Bankadan sağladıkları
maaş promosyonunu çalışanları için ekstra motivasyon kanalı olarak
kullanabilmekte yada bazı durumlarda çalışanlara ödeme yerine kendi bünyelerine
alarak ekstra kaynak yaratmakta imkanı bulmaktadırlar. Banka için düzenli gelir
sahibi müşteri kesimleri ise kredi hedef kitlesi olarak ikame edilmez bir
niteliktedir.Bu durum Türkiye özelinde Makro İhtiyati kural koyucuların göz
önünde tutmaları gereken bir iyi uygulama örneği olarak yer almaktadır.Tüketici
kredilerinde maaş anlaşması sistematiği olası sistemik riskleri minimize eden
özgün bir iş akışı olarak dikkate alınmalıdır.
Diğer taraftan, daha nitelikli,
hacimli işleri yakalamak için mevzuatın sağladığı tüketici destek kredisi
uygulamasından ve teminatlı işlemlerle vade ve tutar konusunda daha yüksek
seviyelerde kredilendirme yapma imkânından yararlanılmıştır. Maaş anlaşmalı müşterilere kullandırılan
teminatlı krediler ise bu iki ürünün bir arada değerlendirildiği daha da
güvenli plasman alanları olarak yer almaktadır.
Türk bankacılık sistemi,
ihtiyaç kredisini günlük harcamalarla tükenen geçici ve tüketim amaçlı bir
yapıda algılamamıştır. Bireysel kredilerin GSMH ile orantısı ve NPL oranı
birlikte ele alındığında, sağlanan başarının açık ve net olduğu görülür.
İhtiyaç kredisine benzer, teminatsız bir ürün olan kredi kartıyla
karşılaştırıldığında, bireysel kredilerdeki stratejinin tutarlılığı
anlaşılır. Kredi kartı NPL oranı, ihtiyaç kredisinin üzerinde
seyretmiş ve arada ciddi bir makas oluşmuştur. Bunun temel sebebi, ihtiyaç
kredisi kullanımında iç sistemlerin kullanımı ve teminat yapısının rol
oynamasıdır
Makro İhtiyati Çerçevenin
Önemi
Makro ihtiyati önlemlerin alan
ve çerçevesinin belirlenmesi, bu önlemleri ekonomi yönetiminin diğer
başlıklarından ayrıştırmak açısından büyük önem taşır. Bu tanımlama, ekonominin
işleyişinde kamunun rolü ve hedefleri arasındaki yetki ve konum tartışmasını da
ilgilendirir. Ekonomiyle ilgili karar alma ve temel başlıkları yönetme
konusunda öne çıkan pek çok kavram, makro ihtiyati önlem içeriğinde de yer
alır. Bu kavramların başında finansal istikrar gelir. Finansal istikrar,
herkesin üzerinde mutabık olduğu, faydası ve gerekliliği tartışmasız bir üst
başlıktır. Ancak finansal istikrarı, makro ihtiyati çerçeve açısından
tanımlamak ve bu çerçevenin içeriğini doldurmak gerekir. Aksi takdirde, makro
ihtiyati önlem kavramının içeriği, finansal istikrarın genel geçer tanımlarıyla
doldurulabilir. Makro ihtiyati önlemler, spesifik bir durumu, sorunu ve buna
karşı alınacak önlem ve tutumları içerir. Finansal istikrar gibi toptancı bir
kavramla, makro ihtiyati önlem gibi spesifik
duruma özgü bir kavramı birlikte ele almanın riskleri önemlidir. Bu
risklerin bertaraf edilmesi, makro ihtiyati kavramın ve finansal istikrarın bu
bağlamda spesifik olarak tanımlanmasını zorunlu kılar. Makro ihtiyati önlemler,
sistemik riskleri önleyerek ekonomiyi korur ve mikro ihtiyati yaklaşımların
eksikliklerini giderir. Türkiye’nin 2002-2015 döneminde uyguladığı
düzenlemeler, finansal istikrarı desteklemiş ve 2008 krizinin etkilerini en aza
indirmiştir. Gelecek perspektifinde, makro ihtiyati politikaların finansal
sistemin dayanıklılığını artırması beklenmektedir.
Giriş bölümünde çizilen makro
ihtiyati önlem tanımı açısından Türk bankacılık sistemine dikte edilen
uygulamaları mukayese ettiğimizde ortaya konan sistemin makro ihtiyati
önlemlerin ana hedefi olan finansal istikrarı sağlamak bir yana tam tersi etki
yapabilecek nitelikte olduğunu söylemek abartı olmayacaktır.
Makro ihtiyati önlemlerin
uygulama derinliğine baktığımızda bireysel krediler için öngörülen iki temel
düzenleme bulunmaktadır. Bunlardan biri LTV olup burada amaçlanan kredi ile
satın alınan ürünlerde(gayrımenkul=konut) alıcının sermaye koymasını motive
ederek sadece krediye dayanarak kredilendirmenin önüne geçmektir. Türkiye’de bu
şekilde ilk düzenleme konut kredisi için yapılmış, kredi süreçlerinde bir
olumsuzluk ve geri ödeme sorunu yaşanmıyor olmasına karşın proaktif bir önlem
olarak konut kredisi kullanımında LTV sınırlaması getirilmiştir. Bu
sınırlamanın uygulamasında konut bedelinin kalan bölümü için kredi kullanımının
önüne geçmek adına kredi kullanımından sonraki ve önceki bir aylık dönemde de
kişinin veya eşinin kredi kullanılması yasaklanmıştır. Bankalar bu konudaki
düzenlemeye uymak için pek çok yeni denetim unsurunu eklemek zorunda kalmışlar,
bunun yarattığı iş ve bürokratik yükler bankacılık alanına harcanacak enerjinin
boşa gitmesine yol açmıştır. Bu noktada Glavan’ın eleştirileri dikkate alınmalıdır.
Konut kredisinin LTV oranı ile
sınırlanmasının ardından konut teminatlı krediler yani tüketici destek
kredileri ise tamamen yasaklanmak suretiyle ihtiyaç kredilerinin konut teminat
güvencesinde kullanımı imkânı ortadan kalkmış oldu.
Yapılan bu düzenlemeleri bir
bütün olarak değerlendirdiğimizde makro ihtiyati önlem içeriğine uygun bir
yapının öngörülmediği, bunun yerine bankacılık gelişimini ve kredi kullanımını
sınırlamayı odaklayan bir stratejinin güdüldüğünü görmekteyiz. Bu noktada makro
ihtiyati önlem kavramının tanımının çarpıtılarak bu şekilde bir tercihin öne
çıkarıldığı gerçeği ağırlık kazanmaktadır.
Makro ihtiyati önlem
kavramında temel unsur finansal kurumların istikrarı ve bunun aracılığı ile
iktisadi sistemin sürdürülebilir olması iken yapılan uygulamaların dolaysız
olarak ekonomide çok farklı ve
alternatif politika araçları ile yönetilmesi gereken amaçları hedeflediği ancak
bunun finansal kurumların istikrar kazanması olmadığı düşüncesi ağırlık
kazanmaktadır.
Bu noktada Erdem Başçı’nın
ifadeleri tekrar anımsanmalıdır. Faizi düşük tutmak için önlemleri sıkı tutmak
geçici değil kalıcı bir politika aracı halindedir.
Konut kredisinin LTV ile
sınırlanması kendi içinde anlaşılır ve genel kabul görmüş bir uygulama iken
konut teminatlı kredi kullanımının yasaklanması kredilerin teminat kapsamında
kullanımını cazip olmaktan çıkarmıştır. Bu durumda konut teminatlı ihtiyaç kredisi
kullandıramayan bankaların ister istemez teminatsız kredilerde ağırlık
sağlayacağı açıktır. Bu yönüyle asıl amacın kredi hacmini sınırlamak olduğu
ortaya çıkmaktadır. Finansal istikrar kavramını makro ihtiyati çerçeveden
çıkararak daha genel bir zemine oturtan bu tercihlerin bankacılık sisteminin
sağlıklı işleyişini merkeze aldığına dair pek fazla karine yoktur.
Makro ihtiyati önlemlerin
finansal ürünlerin kullanımında esas olarak hedeflediği iki alan bulunmaktadır.
Bunlar kredi/teminat oranı ve gelire göre borçlanmadır. Türkiye makro ihtiyati
önlem seti içeriğinde LTV oranının kullanım alanını gördüğümüz diğer başlık ise
taşıt kredileridir. Bu noktada taşıt kredisinde kullanım oranlarında da tıpkı
konut kredisinde olduğu gibi bankaların iç düzenlemelerinde yer aldığı üzere
oto kontrol sistemleri bulunmaktaydı. Bununla beraber yapılan düzenlemelerle
önce taşıt kredilerinde de kredi ile araç değeri arasında orantılar yasal
olarak belirlendi. Bu alanda yapılan düzenlemeler ise LTV ile sınırlı kalmadı.
Taşıt kredisi kullanılarak araç alımının önüne geçecek düzeyde yapılan
sınırlamalar ile kredili araç alımı deyim yerindeyse tezgahtan silindi. Kredi
ile araç alımının pratik olarak imkânsız hale getirilmesi, kredilerin vadesinin
kısılarak kullanılacak kredinin miktarının sınırlanması makro ihtiyati önlem
kavramının kullanım amacının dışına taşmasına dair ilk önemli örnekler arasında
yer almaktaydı.
Taşıt kredileri Türk
bankacılık sisteminde geleneksel olarak yüksek pay alan ve mortgage öncesi
dönemde ihtiyaç kredisi başlığı içinde en önemli kalem olan bir nitelik
taşımaktaydı. Taşıt kredisinin yaygın kullanımı bir taraftan halkın araç
sahipliği için bir imkân yaratmakta diğer taraftan bankalara ihtiyaç kredisi
hacmine ulaşmakta maddi teminat bazı yaratmaktaydı.
Krediyle araç alımının
yasaklanması esas olarak sadece hazır maddi varlığı bulunanların araç alımında
öncelik kazanmasını sağlayan bir uygulamaya dönüştü. Araç kredileri gelişmiş
ülkelerde esas olarak mortgage kredilerinin dışarıda tutulduğu hesaplamada
%10’luk seviyede pay almaktadır.
Bütün gelişmiş ülkelerde taşıt
kredileri en önemli piyasa göstergesi iken Türkiye’de düzenleme sınırlamaları
bu ürünü fiilen kullanılmaz hale getirdi.
Türkiye’de taşıt kredilerinin
mortgage harici ihtiyaç kredileri içinde aldığı payın %10’luk düzeye gelme yılı
yaklaşık olarak 2010’ların başı olmuştur. Bir bütün olarak dikkate aldığımızda
makro ihtiyati önlem adı altında yapılan düzenlemelerle sisteme yapılan
müdahalelerin asli sonucu bırakın finansal istikrar sağlamayı uluslararası
düzeyde kabul görmüş finansal standartlara yakınsayan ülke bankacılık
parametrelerini bozmuştur.
Bu noktada önemli bir ayrım
noktası da düzenlemelerle yapılan kısıtlamaların 2022 sonrası dönemde enflasyondaki yüksek oranlı artışın politika
faizine yansımasının engellemesinin etkileridir. 2023 seçimleri sonrasına değin
süren bu dönemin “irrasyonel” olarak tanımlanmasına karşın bu dönemde düşük
faizlerle bireysel finansmanın önüne kurallar konularak geçilmiştir.
2023 sonrasında ise faizlerin
“rasyonalite” başlığı altında tekrar yükselmesi sonrasında ise bu defa hem
yüksek faiz hem de bu faiz üzerine eklenen toplamda %30 u bulan KKDF ve BSMV
yükü ile bireysel kredi kullanımı istense de olanaksız hale geldi.
Buna rağmen kredilerin artış
oranında gerileme olmaması ise NPL oranlarında büyük artışları gündeme getirdi.
Makro İhtiyati önlemlerin karşısında olması gereken sistemik riske bizatihi
İhtiyat politikaların bir çıktısı haline gelmişti. Sistem kredi kullanımını
yasaklamış ama buna rağmen toksik bir kredi süreci hayata geçmişti.
Bu noktada 2021 sonunda
uygulamaya konulan politikalarla sistemik risk ilişkisi açısından dikkate
alınması gereken önemli bir başlık da Kur Korumalı Mevduat’tır.
Bankacılık sistemini doğrudan
ilgilendiren ve uygulama döneminde Bankaları mevcut yabancı para mevduatlarını
bu ürüne dönüştürmek için otorite tarafından önemli bir baskı mekanizması
oluşturulan KKM üzerine çok yoğun tartışma ve görüş paylaşımları söz konusu
olmuştur.
Uygulamanın içeriğine
bakıldığında birey ve kurumları Bankalar nezdinde tuttukları mevduatlar için
bir tür devlet garantili opsiyon işlemi yapmaya sevk etme söz konusu olmuştur.
Uygulama sadece Bankalardaki
mevduat için söz konusu olup nakit olarak tutulan dövizleri kapsamamaktadır.
Uygulamanın döviz kurlarındaki artışı engelleme amaçlı olduğu ifade edilmekle
beraber kur artışındaki gelişim KKM’nin devreye girdiği dönemde bu iddiayı
haklı çıkarmamaktadır.
Bu konuyla ilgili asıl hedefin
Banka bilançolarındaki kur pozisyonunu düzenlemek olması ise uygulamanın asli
amacı olarak daha akla yakın görünmektedir. Bankaların kaynak ve kullanımları
arasında yani bilançonun aktif ve pasifi arasında döviz pozisyon uyumsuzluğu
bulunmaması gerekir. Bir diğer ifade ile TL kredi verilebilmesi için Bankaların
TL kaynağa sahip olması gerekmektedir.
2021 son çeyreğinde yürütülen
ve o dönemde Türkiye Ekonomi Modeli olarak da ifade edilen uygulamaların
sonucunda kur artışları neticesinde TL mevduat tutmak önemli gelir kaybına yol
açar hale gelmiştir. Bu nedenle oluşan dolarizasyon Banka bilançolarındaki kur
pozisyon dengesini bozmuş Bankaları TL kredi veremez konuma sokmuştur. Bu
noktada devreye sokulan KKM döviz kur artış riskini devletin üstlendiği bir
opsiyon işlemi olarak birey ve kurumlara ellerindeki dövizin KKM’ye dönüştürme
konusunda motivasyon sağlamıştır.
Dolarizasyonun Banka
bilançolarında engellenmemesi durumunda bir süre sonra TL kredi vermeye imkan
kalmayacaktı. Ancak dövize endeksli söz konusu ürün yani KKM ile Bankalar
bilançolarının pasifindeki mevduatı TL olarak izleme ve TL krediyi pozisyon
sınırlamasına uğramaksızın kullandırma şansına sahip olabildiler.
Türkiye’de makro istikrarın
bozulma dönemine denk gelen bu uygulamanın esasen önemli bir sistemik riski
bertaraf eden yada doğru deyimle kamuya ödeten “Bail Out” olduğunu ifade etmek
abartılı yada hatalı olmayacaktır.
Bankalar için önemli bir
bilanço riski olan “Kur Riski” ni faizi yapay olarak düşük tutarak bizzat
yaratan ekonomi yönetiminin çıkış için bulduğu çözüm olan KKM esasen bir
sistemik riskin oluşmasının sonucudur.
Türkiye ekonomisinde makro ihtiyati önlem
kavramında içerilen finansal istikrar ifadesinin bağlamından koparılarak makro
ihtiyati önlemlerin ekonomik istikrar sağlamada kendi başlarına işlevsel
olacağına dair görüşler arasında en açık sözlü olanın Erdem Başçı olduğunu
ifade etmiştik. Türkiye ekonomisinin özellikle 2021’den sonra girdiği ağır
makroekonomik krizin makro ihtiyati önlemlerin hemen her türünün uygulandığı
bir döneme denk gelmesine karşın önlenemediği dikkate alındığında makro
ihtiyati önlemlerin esas olarak olması gereken rolde kullanılmadığı ve
ekonominin istikrarından farklı amaçlara hizmet ettiği kanısı güçlenmektedir.
Bu noktada üzerinde önemle
durulması gereken bir diğer makro ihtiyati tedbir odağı olan kredi kartı ürünü
hakkında bilgi vermek yerinde olacaktır. Türkiye’de kredi kartı uygulaması
bireysel bankacılık alanına 1990’ların başında dâhil olmaya başlamıştır. Özellikle
Citi Bank dünya ölçeğinde kurumsal bir banka olarak yer almasına karşın bu
alandaki pazar fırsatına sırtını dönmeyerek öncü olmuştur. Çok katlı perakende
markası Boyner’in Avantaj kartı başlı başına bir kredi kartı markasını
yaratmıştır. Bütün bu süreçler esas olarak Türk insanındaki iki çelişkili
hususu bir arada değerlendiren bir yapı olarak karşımıza çıkar. Bu çelişkinin
bir tarafında Türkiye’de geleneksel olarak nakit kullanımın tercih edilmesi
diğer tarafında ise taksitle vadeli/veresiye satışın yaygınlığı karşılıklı rol
almıştır. Türkiye’de gerek kayıtdışı iş ve işlemlerin ağırlık taşıması gerekse
geleneksel olarak nakde bağımlılık yapısal bir unsur olarak ülke ekonomisini
tanımlayan bir nitelik taşımaktaydı. Kredi kartı kullanımının yaygınlaşması
nakit kullanımını sınırlama yönüyle işlemleri de kayıt altına alma niteliği
taşımaktaydı. Gerek ticaret gerekse hizmet sektöründe nakdin ikamesi olarak
kredi kartı ile alışverişin yaygınlaşmasını hızlandıran en önemli unsur işlem
kolaylığı ve bankaların kart operasyonlarını geliştirmeleri oldu. Bu sürece
katkı sağlayan bir önemli inovasyon ise kredi kartı limiti üzerinden taksitle
alışverişe imkân sağlanmasıydı. Kredi kartının nakit kullanımın önüne geçerken
alışverişlerde taksit imkânı sağlaması ise hem tüketiciler hem de firmalar
açısından avantaj sağlayan bir durum yaratmaktaydı. Kredi kartı ile yapılan
taksitli işlemde satıcının karşı taraf riski yanında tahsilata dair operatif
sürecin basitleştirilmesi de sağlanmaktaydı. Kredi kartı limitlerinin tahsisinde
ise yukarıda belirttiğimiz şekilde KKB skoru ve skorkart eşiklerinin
kullanılması kredibiliteye dair tüm soruların da yanıtını sağlamış olmaktaydı.
Kredi kartına taksit sistemine yönelik eleştiriler yukarıda belirttiğimiz üzere
yersizdi. Çünkü kredi kartı bir kredi değil ödeme aracıydı ve kullanan kişi
mevcut limiti dâhilinde ve düzenli geri ödeme yapması karşılığında bu limitten
yararlanmaya devam edebiliyordu. Kredi kartı ile taksitli alışveriş imkânları
makro ihtiyati önlem çerçevesinde en fazla hedefe konulan ve düzenlenen alan
olarak yer almaktaydı. Diğer yandan bu alandaki çelişkili uygulamalar da
sistemin asıl amacının bankacılık sisteminin istikrarı olmadığı hatta
görünürdeki finansal istikrar hedefinin bile asıl hedefleri ardında gizlediği kanısı
uyandırmaktaydı. Bu noktada kredi kartı taksit sistemiyle cep telefonu satışı
yasaklanırken telco şirketlerinin (Telefon operatörlerinin) kendi bünyelerinde
taksitli telefon satışına yeşil ışık yakılmaktaydı. Telefonun kredi kartına
taksit yapılarak satışı yasaklanırken aynı telefon telco şirketince taksitle
satılmakta ve ödemeleri için çoğunlukla taksitli işlem yapması yasaklanan aynı
kredi kartı aracılık etmekteydi. Kredi kartına taksitle satışın yasaklanarak
insanların peşin alıma zorlanması ve bu şekilde peşin alamayan kişilerin
alışverişten uzak tutulması hedeflenmiş ve bu durum söz konusu işlemlerin
yasaklanmasında gerekçe olarak ifade edilmiştir. Bu uygulamaların makro
ihtiyati işlem literatüründe karşılık geldiği bir kategori bulunmamaktadır.
Tüketimi kısmak için kredi kartının kullanımını yasaklamak esas olarak
bankaların inovatif olarak Türkiye sosyolojisine uygun olarak geliştirdikleri
bir ürünün kamusal güçle devre dışı bırakılması anlamına gelmekteydi. Kredi
kartına taksit uygulamasının makro ihtiyati çerçevede anlamlı olarak
yönetilmesi kişilerin gelirleri ile uyumsuz biçimde kredi kartı limitlerine
sahip olmaları ve yapacakları harcamaları ödeyemeyerek bankaları NPL sorunu ile
karşı karşıya bırakacakları bir duruma ilişkin olabilirdi. Oysa ki uygulama bu
konularla ilgilenmiyor, kartla taksitli işlemi toptan yasaklıyordu. Kredi
kartına taksitin yasaklanması tüketimi kısma amacını gütmekteydi. Tüketicilerin
gelecekteki gelirlerini kullanarak ve hesaplayarak ihtiyaçlarını karşılamaları
esas olarak kapitalizmin en önemli başarılarından biridir. Marksist eleştiride
işçi sınıfının gelir yetersizliğinin sosyalist devrime yol açacağı öngörülür.
Kredi ile gelecekteki gelirlerini iskonto eden geniş kitleler daha geniş bir
tüketim imkânına sahip olabilir ve bu sayede gelecekte edinecekleri mal ve
hizmetlere sahip olabilirler. Türkiye’de makro ihtiyati çerçeve ile tüketimin
kısılarak finansal istikrara ulaşılabileceği öngörülmüş olmasına karşın
uygulama esas olarak ürünlerin satışını engellememekte ancak zorlaştırmakta
yada gelir piramidinin üst kesimlerinde olan ve birikim sahinbi kesimleri
ayrıcalıklı kılmaktadır. Daha doğru ifadeyle Türkiye’nin şartları çerçevesinde
geliştirilmiş bir ürünü kullanımdan alıkoyma çabası gütmektedir. Taksitli
alışverişin kredi kartı ile yapılmasının kısıtlanmasının bankacılık sisteminin
istikrarı için yapıldığına dair herhangi bir çalışma ve taksitli işlemlerin
taksitle alınan ürünlerde bir fiyat balonuna yol açacağına dair de bir öngörü
bulunmamaktadır. Tüketicinin gelirlerinin bir kısmını taksitli kredi kartı
borcunu içerecek şekilde bir bütçe planı yapması olasıyken uygulamada söz
konusu harcamaları bir seferde ödeyerek ya da firma nezdinde borçlanarak aynı
harcamayı yapması söz konusu olmaktadır. Bankalar açısından bakıldığında
harcamaların uzun dönemli taksitlerle yapıldığı ve gündelik harcamalardan çok
kalıcı dayanıklı mal alımını tercih eden müşteri profillerinin risk unsurunun daha
sınırlı olacağı, bunun ise makro ihtiyati modelin öngördüğü finansal istikrara katkı sağlaması çok daha
makul görülmektedir. Bu noktada yapılan düzenlemelerin bankacılık açısından
taksitli alışveriş yapan kesimlerin daha riskli, geri ödemelerinde sorun
yaşatacak kesimler olduğu şeklinde bir saptama da bulunmamaktadır. Esasen makro
ihtiyati modeller ancak belirli simülasyonlar ve risk analizleri ile beraber
hayata geçirilmelidir. Bu konudaki görüşlerin üzerinde mutabık kaldığı bu temel
husus eksik kalmaktadır. Türkiye’de
bankacılık alanında makro ihtiyati önlem adı altında yürütülen uygulamaların
hayata geçirilmesinde; söz konusu uygulamanın bankacılık ya da genel olarak
finansal sektörün hangi zafiyetine karşı yürütüldüğü, uygulamanın hangi
simülasyon ve kontrol grubuyla test edildiği yer almamaktadır. Bu eksiklik
esasen kavramsal düzeyde makro ihtiyatiliğin Türkiye özelinde kullanım amacını
da göstermektedir. Makro ihtiyati önlem başlığı altında taksitle alışverişin
yasaklanmasının örneğin beyaz eşya sektöründe kayda değer bir değişikliğe yol
açtığı görülmemektedir. Yıllık satış trendlerinde majör bir değişiklik olmaması
bir yana satışlardaki değişikliğin ekonomi üzerindeki etkisinin de kayda değer
olmadığı açıktır. Bütün bu unsurlar Türkiye’de makro ihtiyati tedbir adı
altında yapılan uygulamaların Erdem Başçı’nın ifade ettiği üzere asıl olarak
faiz oranlarını olması gerekenden daha düşük tutmak için bir araç olarak
kullanıldığı seçici kredilendirmeyi hayata geçirmenin bir yolu olarak tercih
edildiği izlenimi vermektedir. Bu izlenimi destekleyen önemli bir unsur da
uluslararası uygulamalarda kullanılan DTI yani gelire uygun borçlanma modelinin
sisteme entegre edilmemiş olmasıdır. Bu noktada 8 Ekim 2013 kararları ile
hayata geçen kredi kartı limitleri ile gelir arasında ilişki kurulması ise bir
istisna olarak yer almaktadır. Tüm makro ihtiyati uygulamalar arasında 8 Ekim
2013’te hayata geçen ve gelirle kredi limitini sınırlayan yegâne uygulama
olarak yer almaktadır. Uygulama özünde kredi kartı limitini gelirin 4 katı ile
sınırlamaktaydı. Söz konusu 4 kat oranına dair gelirin nasıl hesaplanacağı
hususu ise düzenlemeyi getirenler tarafından sadece bordrolu kesime özgü olarak
bir çözüm taşımaktaydı. Gelir kavramı tanımlanmamıştı. Esasen bu uygulama
Türkiye’nin en yapısal sorunu olan kayıtdışı ekonomi ile bankacılık arasındaki
kesişmeyi gösteren ve otoritenin bu konudaki kolaycı yaklaşımını işaret eden en
önemli örnekler arasında yer almaktaydı. Türkiye’de çok yaygın olarak yürütülen
esnaf faaliyetleri ve ticaret işletme sahiplerinin gelir olarak kendi
firmalarından sağladıkları imkânların hesaplanmasına dair hiçbir ekstra çalışma
yapılmaksızın hayata geçirilen uygulama model kurulumunda ülke koşullarının göz
önüne alınmadığını gösteren bir örnek olarak yer almaktadır. Türkiye’de
kayıtdışı ekonomi ve vergi toplamada dolaylı vergilerin öne çıktığı bir sistem
içinde gelirle kredi kartı limiti arasında kurulan korelasyonun sistematik
sorunları çözmektense görünüşte bir sistem kurulduğu izlenimi oluşturacağı
açıktır.
Makro ihtiyati önlemlerin
gelirden veya ödeme gücünden beslenmeyen bir yapıda kurgulanması ve ürünleri
vade, tutar ve limit olarak sınırlaması bankacılık sektörünü olası krizlerden
koruma amacının ikinci planda olduğunu ya da böyle bir amacın neredeyse hiç
güdülmediğini de işaret etmektedir. Kredilerin vadesel olarak kısıtlanması
müşterilerin kısa vadeye kanalize edilmesi anlamına gelmektedir. Bu noktada
yapılan düzenleme ile müşteriler için ödeme yükleri artmakta, bu ise kredi geri
ödeme sorunlarını artırmaktadır. Sistemin kısıtlanması ve kilitlenmesi
sonrasında ise çözüm olarak kredi geri ödeme sorunu yaşayan müşterilere
yapılandırma seçenekleri sunularak o zamana değin yapılan tüm uygulamalar deyim
yerindeyse kendi içinde tersine çevrilmekteydi. Bu noktada yapılan makro
ihtiyati düzenlemelerle bireysel bankacılık üzerinde kısıtlamalar getirilirken
ticari kredilere yönelik uygulamalar ise kendi içinde çelişkili bir şekilde
devam etmiştir.Bu noktada üzerinde durulması gereken önemli bir uygulama da
2017 yılında hayata geçirilen KGF kredileridir. Söz konusu uygulama dünya
finans tarihinde de örneği pek bulunmayan bir devlet müdahalesi olarak yer
almaktadır. Uygulamaya ilişkin olarak Hazine Müsteşarlığı tarafından yapılan
kapsamlı bir araştırma ve araştırma sonuçlarının yorumlama şekli ise Türkiye’de
bankacılığın araçsallaştığını ve bu araçsallaşmada makro ihtiyati uygulamanın
da keyfi biçimde kullanım yeri bulduğunu gösteren özellikli bir örnektir. KGF
uzun yıllardır sistemde aktif olarak rol alan ve marjinal biçimde kredilere
teminat sağlayan bir kurum olarak var olmaktaydı. 2017’de yapılan düzenleme PGS
yani portföy garanti sistemi adı altında bankacılık sisteminde müşteri banka
kredi ilişkisine devletin dâhil olması anlamına gelmekteydi. Bu düzenleme ile
basit olarak devlet ödeme güçlüğü çekenler de dahil olmak üzere ticari
işletmelere kendi garantisi dâhilinde bankalar aracılığıyla kredi limiti imkânı
sağlamaktaydı. Bu uygulamada portföyler olarak yapılan anlaşmalarda kredinin
batması yani takibe gitmesi durumunda belirli bir sınıra kadar devlet garantisi
devreye sokulmaktaydı. Söz konusu sınır %8 olarak belirtilmişti. Kredisi
geciken, devlete yükümlülüklerini ifa etmemiş ve teknik anlamda kredi
kullanımını hak etmeyen müşteri kitleleri bu şekilde devlet garantisinde kredi
kullanma şansı bulmaktaydı. Bu uygulamanın ihtiyatlı bir çerçeve içinde
tanımlanması olanak dâhilinde değildir. Yapılan uygulamanın esas olarak kredi
iştahı olmayan ve kredi kullanımı konusunda isteksizliği belirli bir hale
gelmiş bankaları kamu garantisi gerekçesiyle kredi kullanır hale sokma çabası
için olduğu görülmektedir. Nitekim söz konusu kredilerin kullanım öncesinde
bankacılık sisteminde toplam kredilerin payı gerilemekteyken bu dönemde
yaratılan imkânla kredi hacminde kayda değer bir büyüme yaşandığı
görülmektedir. Söz konusu kredi gelişimi ülke büyüme rakamlarına kadar sirayet
etmiş ve 2017 yıl sonu büyüme rakamları beklentinin üzerinde artmıştır. Bu
durumun 2018’deki seçimlerle yakından ilişkili olduğunu düşünmek için yeterli
gerekçe bulunmaktadır. Bununla beraber ekonomiye bankacılık kanalıyla yapılan
bu müdahalenin Türkiye’de makro ihtiyati önlem adı altında ortaya konan
çerçevenin aslında para politikası araçlarını ikame amaçlı olduğunu göstermesi
bakımından önem taşımaktadır.2017 KGF deneyimini Hazine Müsteşarlığı tarafından
hazırlanan detaylı rapor çerçevesinde irdelediğimizde ortaya çıkan sonuçların
toplumsal kaynak kaybına delalet ettiği ve devlet eliyle kredi büyümesi
sağlanmasından öte bir tanımı çok fazla hak etmediği görülmektedir. Hazine
Müsteşarlığı çalışması çok geniş bir dataseti üzerinden gerçekleştirilmiş,
Türkiye’de yerleşik tüm firmaları kontrol grubu, KGF’den yararlananları ise
deney grubu olarak kullanmıştır. KGF’den yararlanan firmaların NPL oranlarının
yüksekliği ile uygulamanın makro ihtiyati duruşla çelişkisi öncelikle göze
batmaktadır. Makro ihtiyati kaygıları öne çıkaran bir ekonomi yönetiminin
bankalara NPL marjı vererek kredi kullandırma motivasyonu sağlaması beklenmeyen
bir tavırdır. Nitekim sonuç da yüksek oranlı NPL dönüşleri olmuştur. Yine aynı
çalışmada gözlenen bir diğer önemli sonuç da söz konusu kontrol grubunun kredi
hacmi büyürken bunun dışında kalan kesimlerin krediye ulaşımda sorun
yaşamasıdır. KGF kredisi dışında kredi neredeyse verilmemiş, bankalar
kaynaklarını daha garantili bir teminat içerdiğini düşündükleri KGF sistemine
kanalize etmişlerdir. Bu durumda kamu otoritesinin yönlendirmesinin de rol
aldığı bilinmektedir. Hazine Müsteşarlığı çalışmasında KGF uygulamasının olumlu
sonuçları arasında sayılan ciro artışı ise kaldıraç kullanan bir firmanın doğal
olarak cirosunun kullanmayanlara nazaran daha fazla artacağını göstermesi
bakımından ayrıca üzerinde durmaya değerdir. Çalışmayu gerçekleştiren bütokratik/akademik
ekip elde edilen sonuçları bu gözle irdelemekten imtina etmiş birbiriyle
çelişkili bulguları tespitle kifayet etmiştir. Çalışmanın bu yönü de esasen
Macro Prudent yaklaşımın şeffaflık ve test sonuçlarını yorumlama konusundaki
hassasiyetinin Türkiye özelinde tamama ermiş bir projenin analizinde dahi
hedeflenmediğini göstermesi bakımından dikkate değer bir durumdur. Bu noktada
Türkiye’de açık biçimde bankacılığa devlet müdahalesi ve makro ihtiyatiğa
aykırı biçimde devlet eliyle kredi büyümesi sağlanmasının doğal olarak
bilançolarda etki edeceği ve bunun firma cirolarına yansıyacağı gerçekliği de
göz ardı edilmektedir. Sonuç olarak uygulama sonuçları kamu otoritesince
değerlendirilen KGF uygulaması kurgusu ve sonuçları itibarıyla makro
ihtiyatiığın öngörülerinin karşısında yer alan bir yapı olarak ortaya
çıkmaktadır. Bu uygulama makro ihtiyatiığın özellikle bireysel bankacılıkta
kısıtlama amaçları ile kullanılırken devlet eliyle kredi süreçlerine müdahale
yoluyla kolaylıkla büyüme amaçlı kullanılabileceğini göstermektedir. Diğer
yandan Hazine Müsteşarlığı araştırma raporu ise bankacılıkla kamu otoritesi
arasındaki ilişkiyi ve bu ilişki çerçevesinde kamusal müdahalelerin
yorumlanmasındaki biası göstermesi açısından da önem taşıyan bir detay olarak
ortaya çıkmaktadır. Diğer yandan 2017 büyüme rakamının 2016’daki %3’ten 5 puan
fazla ve %8 gibi bir düzeye çıkmasında KGF kredilerinin de azımsanamaz bir pay
aldığına kuşku yoktur. Kredi büyümesi ile GSMH artışına imkân sağlamak kendi
içinde tutarlı görünse de bu kredileri marjinal sayılabilecek koşullarda
kullandırmak Türkiye ekonomisi açısından makro ihtiyatiığın genel geçer
niteliğini de göstermektedir. Esas olarak Türkiye ekonomisinde 2018’den
başlayarak artan istikrarsızlıkların kök nedenini de KGF ile sağlanan
genişlemenin bir sonucu olarak görmek de mümkündür. Kredi büyümesinin
enflasyonist etkisi yanında kurlara da olumsuz etki yaptığı görülmektedir. KGF
kredilerinin kur ve faiz alanındaki artış trendiyle paralellik göstermesi de bu
anlamda altı çizilmesi gereken bir detaydır. Türkiye ekonomisi için kırılma
noktası sayılabilecek bir süreçte 2017 yılında yoğun biçimde devreye sokulan
KGF kredilendirmesinin payı olduğu konusunda güçlü işaretler bulunmaktadır.
Türkiye’nin 2018-2021 döneminde biriken iktisadi sorunları bu dönem boyunca
kredilerin baskılanması ve seçici kredilendirme adı verilen uygulamalarla
sistemin yönetilen bir yapı olarak ortaya çıkmasına yol açmıştır. Pandemi
koşullarının da etkilediği bu dönemin kredileri yönetilen bir yapıda ele almayı
gerektirdiği savunulsa da bu dönemde kredi yoluyla ekonomiyi canlı tutma
girişimleri de makro ihtiyati bakış açısından çelişkiler içermektedir. Bu
noktada 2021 sonlarında devreye sokulan ve Türkiye ekonomi modeli olarak lanse
edilen uygulamalarla beraber makro ihtiyati önlemlerin reel ekonomide en fazla
karşılık bulması gereken konut sektöründe tam aksi bir sonuca ulaşılmıştır.
Makro ihtiyati önlemlerin en önemli hedef alanlarından biri hatta birincisi
konut fiyatlarında artışların önüne geçmek olarak belirlenmektedir. Bu hedefin
temel gerekçesi konut balonlarının 2008 Amerika krizinde oynadığı roldür.
Nitekim 2011’de yapılan LTV düzenlemesi ile de hedeflenen konut kredisi ve buna
bağlı olarak konut talebini sınırlamak olarak ifade edilebilir. Türkiye’de
konut kredisi geri ödemelerinin sorunsuz olması ve Türkiye sosyolojisinde
konutun özellikli yeri dikkate alınmadan yapılmış olan uygulama esas olarak alt
gelir gruplarının düşük faiz oranlarından yararlanarak konut almasını
engellemiştir. Konut kredisi kullanımında sınırların getirilmesinin o zamana
değin hiçbir şekilde gündemde olmayan konut kredisi faiziyle konut fiyatları
arasında ilişki olduğu varsayımı yaratması ise 2018’de uygulanan düşük faizli
konut kredisi stratejisiyle eş zamanlı olarak hayata geçmiştir. İnşaat
sektöründe yaşanan krizin önüne geçmek ve konut satışlarını artırmak amacıyla
yapılan uygulama özetle talebi yapay olarak artırırken fiyatların da artmasına
yol açmaktaydı. Söz konusu dönemden sonra ve 2021’le beraber konut fiyatları
çok yüksek oranda artarken aynı dönemde konut kredisinin gelişimi ise tam tersi
bir özellik göstermekteydi. Sistemde konut kredisi kullanımı ortadan kalkarken
tam tersi biçimde ev fiyatları tüm endeksleri aşacak şekilde yükselmekteydi.
Makro ihtiyati modelin
öngörüleri tam anlamıyla tersine dönmüştü. Bu sürecin ekonomi yönetimi
açısından tam bir başarısızlık olarak tanımlanması doğal olacaktır. Makro
ihtiyati önlemlerin konut fiyatlarında artışları sınırlamak amacı yerine konut
kredisini sınırlamak sonucunu doğurduğu görülmektedir. Türkiye ekonomisinde
konut fiyatlarının yapışkan biçimde yükselmesi ve konutun yatırım aracı
niteliğine bürünmesi makro ihtiyati yaklaşımlara bu denli öncelik verilen bir
dönemin sonunda en az beklenen sonuç olmalıydı. Oysa ki görülen sonuç bunun tam
tersi oldu.2021 sonrası iktisadi gelişmeleri bir bütün olarak
değerlendirdiğimizde Türkiye ekonomisinin 2002’den sonra sağladığı temel
istikrar bileşenlerinin önemli bir kısmında gerileme ve kayıplar oluştuğu görülmektedir.
Bununla beraber aynı dönemde Türkiye’de bankacılık alanında da pek çok verinin
istikrar öncesi dönemde elde edilen seviyelerden çok uzaklaştığı görülmektedir.
Türk bankacılık sisteminin 2011’den itibaren kamu otoritesi tarafından makro
istikrar gerekçeleri ile pek çok alanda sınırlanmasına karşın ekonomideki
olumsuzluklar giderilememiştir. Makro ihtiyati tedbirlerin sıkılaşmasına karşın
istikrar ortamı sağlanamamış, tam tersine ciddi bir istikrarsızlık birikimi
ortaya çıkmıştır. Türkiye ekonomisinin 2021 sonrasında belirginleşen ve
ekonominin tüm alanlarında yaygınlık gösteren kriz emareleri makro ihtiyati
önlemlerle geçirilen sürecin istenen neticeyi sağlamadığı kanısını
güçlendirmektedir. Esasen sorunun Türkiye’de makro ihtiyati çerçeve olarak sunulan
uygulamaların gerçekte bu uygulamaların sahip olması gereken özelliklerden uzak
olduğu anlaşılmaktadır. Makro İhtiyati
Önlemler Sistemik riske karşı yapısal modellerdir.
Sistemik riskte önemli
finansal kurum kavramı üzerinde durulmaktadır.
Türkiye’de kamu bankalarının
ayrıcalıklı konumlarının devamı yanında söz konusu bankaların büyüme ve
sektörde pazar paylarında en üst noktaya ulaşmaları bu dönemde göz yumulan ve
teşvik edilen bir durum olmuştur. Sistemik önemli kurum kavramı kamu bankaları
açısından uygulanan bir yapı olmaktan çıkmıştır. Diğer yandan görev zararları
içinde oluşan kayıplar devlet tarafından telafi edilmekte, buna rağmen sermaye
ihtiyaçları ise yine kamusal güçle karşılanmaktadır. Kamu bankalarının devlet
desteği içinde büyütülmesi esas olarak sistemdeki düzenlemelerin özel bankalar
dışında yaptırım gücünü haiz olmadığı kanısını doğurmaktadır. Kamu bankalarının
mikro düzeyde denetimi konusunda özel bankalardan farkı bulunmamakla beraber
toplam pazarın içindeki payı aktif yapının %30’una ulaşan bu bankaların
sistemik risk değerlendirmesi açısından farklı değerlendirmeye açık oldukları
düşünülmektedir.
Türkiye’de kamu bankalarının
nitel ve nicel olarak büyütülmesi ve söz konusu Bankaların oluşturdukları
zararların kamusal kaynaklarla telafi edilmesi KKM ve KGF uygulamalarına benzer
biçimde örtülü bir “Bail Out” olarak değerlendirilmektedir.
Türkiye’nin makro istikrar
kaybının yani faiz, kur ve enflasyonda sağlanan iyileşmelerin yitirilmesi ancak
bunun 2002 öncesi dönemde hiç ulaşılmayan bir finansallaşmış ekonomi bünyesinde
gerçekleşmiş olması özgün bir durum ve üzerinde durulması gereken bir husustur.
Türkiye ekonomisi
finansallaşma ve kamu finansmanı yerine özel kesim finansmanı önceliğini
kazanan ekonomik yapısı ile 2000’lerde önemli bir dönüşüm geçirmiştir. Bu
dönüşümün Bankacılık kesimi aracılığı ile yol almış olmasına karşın uygulanan
Makro İhtiyati politikalar zaman içinde sistemi yönetilen bir yapıya
dönüştürmüştür. Ekonomik parametrelere yapılan müdahaleler neticesinde Türkiye
makro istikrar kaybına maruz kalmış ve bunun neticesinde de finansal alanda
sağlanan iyileşmeler önemli ölçüde kaybedilmiştir.
Makro İhtiyati Önlem
setlerinin temel unsurlarının dışına çıkan bu uygulamaların ekonomide ritim
bozukluğuna yol açtığı ve makro dengeleri bozduğu sadece kur, faiz ve enflasyon
artışları ile değil konut fiyat endekslerindeki bozulma ile de teyit edilmektedir.
Yorumlar
Yorum Gönder