tez

 

 

Finansal kriz, gelişmiş kapitalist ekonomilerin içsel sorunlarından kaynaklanan bir olgu olarak, özellikle 20. yüzyılın sonları ve 21. yüzyılın başında küresel ekonomileri önemli ölçüde etkilemiştir.

Borçlanmanın ve borç araçlarının çeşitlenerek çoğalması, bu araçların krizlerle ilişkisini de artırmıştır. Minsky’ye göre, kapitalist ekonomilerdeki krizler, finansal sistemin kendi dinamiklerinden kaynaklanan istikrarsızlığın bir sonucudur. Minsky;  Finansal İstikrarsızlık Hipotezi’nde, ekonomik istikrar dönemlerinin firmaların ve bireylerin borçlanma yoluyla riskli finansal davranışlara yönelmesine yol açtığını ve bunun nihayetinde finansal krizlere neden olduğunu belirtir. Minsky, krizleri aşırı borçlanma ve spekülatif balonların çökmesiyle ilişkilendirir. Ona göre, kapitalist ekonomi doğal olarak döngüseldir ve “istikrar, istikrarsızlığı doğurur.”

İstikrarsızlığın sistemin doğasında olduğu görüşü, 1980’lerden itibaren yaşanan ve 2008 Amerika kriziyle zirveye ulaşan bir dizi ekonomik sarsıntıyla giderek daha fazla kabul görmüştür. 1970’lerdeki petrol şoklarının ardından, 1980’li yıllarda para hareketlerinin hızlanması, önemli bankacılık krizlerine yol açmıştır.

 

Bu krizlerin öncüsü, kuşkusuz Latin Amerika borç krizidir. Egemen devletlerin borç ödeme kapasitesinin sınırsız olduğuna güvenen, özellikle Amerikan bankaları, sistemin sınırlarıyla karşılaşmış ve ciddi kayıplar yaşamıştır .

1990’lı yılların başında İskandinav ülkeleri ve Japonya kaynaklı finansal krizler, dünya genelinde önemli etkiler yaratmış ve ekonomik faaliyetleri sekteye uğratmıştır. İskandinav krizinin temelinde, konut piyasasındaki dengesizlikler yer almıştır. İsveç ve Finlandiya’da varlık fiyatlarındaki çöküş, kredi ödemelerinde aksamalara neden olmuş; bu da bankaların ciddi zararlarla karşılaşmasına yol açmıştır. Uzak Doğu krizi ise daha karmaşık nedenlere dayanmaktadır; döviz kuru krizi bunların başında gelir.

Bununla birlikte, bu krizlerin oluşumunda kredi piyasasındaki düzensizlikler hem sebep hem de sonuç olarak önemli bir rol oynamıştır.1990’lar boyunca görece sınırlı ekonomileri etkileyen bu krizler, kredi süreçlerine dair bakış açısını önemli ölçüde şekillendirmişse de asıl etki, 2008 ABD ipotekli kredi krizinde görülmüştür. Dünyanın en büyük ekonomisini sarsan bu krizin temelinde, kredi mekanizmasındaki aksaklıklar yatmaktadır. 

Kriz kaçınılmaz bir durum olarak kendini gösterirken çözüm olarak farklı yaklaşımların ortaya konması gündeme gelmeye başladı.

 

 

 

 

Finansal sistemin karşılaştığı bu sorunları çözümlemede ortaya atılan temel ve görece yeni kavram, İngilizce “Macro Prudentiality” olarak ifade edilmiştir.

“Macro” Yunanca kökenli bir sözcük olup ölçekte veya alanda genişliği ve büyüklüğü ifade eder.

“Prudentiality” ise “prudence” sözcüğünden türemiştir ve bilgi, içgörü, sağduyu anlamlarına gelir.

Bu iki sözcüğün bileşimi, esasen

“büyük ölçekte sağduyu, içgörü ve bilgi sahibi olma” anlamını taşır. Bu konudaki bu etimolojik detayın önemi vurgulanmalıdır. Bu detay özellikle kavramın Türkiye uygulamasında aldığı şeklin oluşumunda önemli bir role sahiptir.  

Türkçeye Makro İhtiyatlılık olarak yapılan çeviride Yunanca kökenli ilk kavram yani “Macro/Makro” korunurken ikinci kavram yani Prudence İhtiyatlılık olarak karşılık bulmuştur.

 İhtiyat: Herhangi bir konuda ileriyi düşünerek ölçülü davranma; sakınma. Anlamında olup ihtiyatlılık yada ihtiyati bunun sıfat hali olarak tanımlanabilir.

Söz konusu kavramın ilk olarak 1979 gibi erken bir tarihte ortaya atıldığı belirtilmektedir. Ancak kavramın asıl kullanımı, bahsi geçen krizlerin ardından yaygınlaşmıştır.

Türkçeye “ihtiyat” olarak çevrilse de “prudent” kelimesinin doğru karşılığı aslında “sağduyulu davranış” tır. Türkçedeki “İhtiyatlılık” ifadesinin doğru karşılığı  ise “cautious” olacaktır. Kavramın kullanım kolaylığı nedeniyle Türkçeye “makro ihtiyatlılık” olarak çevrilmesi, ilerleyen dönemde ortaya çıkan pek çok anomalinin de dolaysız nedeni olarak görülmektedir. Genel anlamda ihtiyatlı olmak, sağduyulu olmanın bir alt kümesidir. Bu nedenle, kavramın Türkçeye “makro ihtiyatlılık” olarak çevrilmesi, başlı başına yönlendirme amaçlayan yada başta bu amaç olmasa da sonrasında yönlendirme yaratan bir tercih olarak değerlendirilmekte ve manipulatif bir çerçevenin oluşumuna katkıda bulunulduğu kanısı ağırlık kazanmaktadır.

 Türk bankacılık sisteminde “ihtiyat” kavramı geleneksel olarak “emniyet” şeklinde ifade edilmiştir. Esasen ihtiyatın ikinci anlamı da yedekleme yada yedek akçedir. Ancak “emniyet” tek başına kullanılmamış, “seyyaliyet” ve “randıman” kavramlarıyla birlikte değerlendirilmiştir. Emniyet, seyyaliyet ve randıman kavramları, bir arada bankacılığın karlılık, likidite ve sürdürülebilirlik çerçevesinde yürütülmesini ifade eder. Bu bağlamda, “makro ihtiyatlılık” olarak Türkçeleştirilen kavramın doğru karşılığı, “büyük ölçekte yürütülen sağlam/sağduyulu politikalar” olarak tanımlanmalıdır.

İhtiyatın Türkçede sakınma yedekleme anlamı; kavramın içselleşmesinde ve anlamın farklı boyutlara taşınmasında önemli rol oynamıştır. Politika yapıcılar pozitif ama muhafazakar bir nitelik olan ihtiyat kavramını makro kavramıyla birleştirerek kabullenmeyi kolaylaştırmış ve hızlandırmışlardır.

Ancak kavramın prudence içeriği bu noktada bozulmaya uğramıştır. Prudence içerik ihtiyatı da içerir ancak ihtiyat burada sadece bir boyuttur. Bu yönüyle kavramın Türkçeye aktarımında önemli bir bozulma (distortion) oluştuğundan söz etmek abartı olmayacaktır.

 

Tez akışında, Türkiye uygulamasında “makro ihtiyatlılık” terimi yerleşmiş olduğu ve uygulamalar filiiyatta da   “ihtiyat” kavramı eksenine sıkıştığı için çoğunlukla bu ifade kullanılacaktır. Ancak literatür kapsamında konunun değerlendirilmesi aşamasında, kavramın doğru çevirisi olan “Geniş Kapsamda Sağduyulu/Öngörülü” olma tanımlamasına da zaman zaman yer verilecektir.

Türkiye’de makro ihtiyatlı önlem uygulamaları, yukarıda belirtilen tanım tercihi nedeniyle dünyadaki uygulama ve hedeflerden uzaklaşarak bankacılığı baskı mekanizması altına alan bir şekle dönüştürmüştür.

İhtiyatlılık yaşamın her alanında ve iktisadi tercihlerde  genel olarak olumlu bir nitelik olsa da asıl olan sağduyulu/öngörülü olmaktır. Sağduyu, ihtiyatı içerir ancak ondan daha geniş nitelikler taşır. Türkiye ekonomisini 2001 krizinin hemen ardından, 2025’e kadar izlediğimizde, makroekonomik istikrar açısından sağlanan önemli kazanımlar ve kayıplar göze çarpar. 2001’den Türkiye’ye baktığımızda, kronik enflasyon, finans kesimindeki yetersizlikler, ürün sığlığı ve kaynakların ekonomiye geri dönüş sağlayamaması gibi yapısal sorunlar dikkat çeker. 2001’den itibaren uygulanan programlarla 2010’ların başına kadar Türkiye, bu olumsuzlukları büyük ölçüde aşmış ve makroekonomik verilerinde istikrar sağlamış bir ülke görünümü sergilemiştir.

Faiz, kur ve enflasyon üçlüsünde sağlanan iyileşme, ülke tarihinde daha önce ulaşılmamış seviyeleri işaret eder. Türkiye ekonomisinde sağlanan bu gelişmeyi bazı yazarlar dönemsel konjonktüre dış faktörlere ve uluslararası para akışlarına bağlamaktadır. Bununla beraber Türkiye’nin istikrar ve istikrardan kopuş dönemlerini bu anlamda mukayese ettiğinizde bu açıklamayı tek gerekçe olarak destekleyen bir konjonktürden söz etmek olası değildir.

Türkiye ekonomisindeki iç dinamikleri geri plana iterek temelde dış faktörlere dayalı olarak yapılan bu analizlerin uzun dönemde sinizm olarak tanımlanacak bir sonuca varacağı düşünülmektedir. Türkiye’de ekonomik gelişmelerin sadece dış konjonktüre bağımlı seyrettiğini ifade etmek ve ülke içi kararların, dinamiklerin ve bunların sonuç ve etkilerini yadsımak bu yönüyle bir sinizm ve tek boyutlulul olarak tanımlanacaktır.

 

Türkiye’de ekonomik dönüşümlerin finansallaşmanın, yurtdışı entegrasyonunun ve finansal ürünlerde çeşitlenmenin yoğun bir biçimde yaşandığı dönemlerin göz ardı edilmesi analizde miyop bakışa yol açabilecektir. Esasen bu tutum dünyadaki değişimlerin en hızlı gerçekleştiği bir dönemde Türkiye’nin sadece uydu bir ekonomik yapıya sahip olduğunu savunmaktır..

 

Diğer bir ifadeyle Türkiye ekonomisinde temel makro verilerde sağlanan iyileşmeyi ve bunun finansal sistemdeki karşılıklarını göz ardı etmek bu dönemi tamamen dış konjonktürün bir sonucu olarak görmek pek çok açıdan eksik bir analiz sonucu doğuracaktır. Türkiye’nin dışa bağımlılığı ve uluslararası para hareketlerinden etkilenme konusundaki kırılganlığı göz ardı edilemez. Bununla beraber Türkiye ekonomisinde makro istikrar döneminin geniş bir bakışla yaklaşık 15-18 yıl gibi uzun bir döneme yayılması bu dönemin dünya ekonomisinde aynı etkilerin geçerli olması için fazlasıyla uzun bir süre  olduğu gözden kaçırılmamalıdır.

Söz konusu dönemin analizi pek çok ekonomist tarafından derinlemesine yapılmıştır. Çalışmamız çerçevesinde bu tartışmaya yeniden girilmeyecektir. Bununla beraber Türkiye ekonomisinin en temel makro göstergelerinde ortaya çıkan dönüşümün göz ardı edilmemesi gerekir.

Türkiye ekonomisi söz konusu dönemde  sadece faiz, kur ve enflasyon açısından istikrar elde etmemiş bu istikrarın dolaysız sonuçlarını da finansal sistemini büyüterek ele alabilmiştir.

Ancak bu olumlu istikrar görünümü 2015’ten itibaren olumsuz bir trend içine girmiş, 2018’den sonra bu olumsuzluk daha belirgin hale gelmiş ve 2021’den sonra ise izleri kolay silinemeyecek bir iktisadi kayıp dönemi oluşmuştur.

Bütün bu süreç boyunca, makro ihtiyatlılık kavramı bizi 2010’ların başından itibaren çok yakından takip etmiştir.

Kavram özünde  2008 Amerika krizinden ödünç alınmış, ancak Türkiye’de uygulanışı iktisadi alanın neredeyse tamamıyla ilişkilendirilmiştir.,

Bankacılığın kendi iç dinamikleri kuralları ve risk yönetimi araçları yerine geçecek şekilde makro ihtiyati önlemler ekonomi yönetimi için bir finansal araca  dönüşmüştür.

Makro ihtiyatlı önlemler temel hedefi olan sistemik riskin giderilmesi amacının çok ötesinde bir kullanım sahasına yönelmiştir.

Örneğin bağımsız bir hedef olarak ithalatın kısıtlanarak dış açığın azaltılması için kullanım alanı bulmuştur. Bankacılık sisteminin kendi dinamikleri içinde kredi ile olan ilişkisine bu amaçla müdahele edilmiştir. Bankacılık sisteminde kredi kullanımının kısıtlanması yoluyla  tüketimin azaltılacağı ve ekonominin soğutulacağı öngörülmüştür.

Sistemik riskin kavramsal kurgusu açısından öngörülmeyen bir şekilde geniş tanımlanması olarak ifade edilecek bu strateji bir süre sonra kavramı bütünüyle kendi öz anlamının dışına çıkarmış ona yepyeni bir kimlik kazandırmıştır.

Özellikle bireysel kredi alanında yapılan düzenlemeler ; bireylerin tüketim tercihlerinde rasyonaliteden kopuk oldukları ve kredi kanallarının açık olması nedeniyle daha fazla tüketim yapacakları konusunda bir öngörüye dayanmıştır. İrrasyonel birey kurgusu üzerine bina edilen ihtiyatlı politika seti, yasaklama suretiyle ekonomiyi regüle etme amaç ve hedefini önceliklendirmiştir.

Bununla beraber politika merkezinde yer alan  sistemik risk kavramında  amaç tüketimi kısmak/ithalatı azaltmak/yatırımları artırmak vb hedefler değil finansal sistem üzerindeki baskıyı azaltmaktır. Tüketimi kısmak için krediyi azaltmak,  tüketimin sadece krediyle yapıldığı konusunda bir ön çalışmayı gerektirir. Aynı durum ithalat vb başlıklar için de geçerlidir. Türkiye özelinde makro ihtiyati model finansal sistemin korunması amacını aşmış ve bunun çok ötesinde genel ekonominin alanında yer bulmuştur.

 

Cep telefonu ithalatından araba satışlarına kadar her alanda bir makro ihtiyatlılık uygulaması söz konusu olmuştur.

 

“Macro Prudentiality” kavramı ile dünya genelinde üzerinde uzlaşılan ve tanımı konusunda anlaşılan finansal kavram ülke içi “Makro İhtiyati” kavramında farklı bir içerik kazanmıştır.

Ekonomiyle ilgili beklentiler finansal sistem manipüle edilerek realize edilebilir olarak öngörülmüştür.

 

Finansal sistemde “ riskin ana çerçevesi ve  esası” olarak finansal hizmet veren kurumların sağlıklı faaliyet gösteriyor olması gerekirken Türkiye’de çok daha geniş bir çerçevede ekonomin geneli olarak tanımlanır hale gelmiştir. Finansal kurumların fonksiyonlarının sorunsuz ilerlemesi; yerini çok daha geniş anlamda ekonominin bütünü için çözüm reçetelerine bırakır konuma getirmiştir.

 

 

Bu konuda en çarpıcı ve tartışmayı net biçimde ifade eden örneklerden biri Erdem Başçı’nın görüşleridir. 2014 yılında dönemin Merkez Bankası Başkanı Erdem Başçı, makro ihtiyatlı önlemlerin faizi bile  düşürdüğünü   ifade etmekten çekinmemişti. Bankacılığı, hatta geniş tanımıyla finans alanını sağduyuyla yönetmesi gereken bu kavram, Türkiye’de neredeyse her derde deva, başka bir ilaca ihtiyaç duyulmayan bir çözüm anahtarına dönüşmüştü.

 

Yukarıda belirttiğimiz üzere kavramın İngilizce karşılığında yer verilen tanım “Prudentiality” yani Sağduyulu/Öngörülü olmak olarak yer almaktadır. Burada sağduyulu olması gereken finansal kurumdur. Sağduyu kriteri ise temel olarak borçlunun ödeme kapasitesinin aşılmamasıdır. Korunması hedeflenen istikrar ise finansal kurumların bütünlüğünü muhafazası ile ilişkidir. Türkiye uygulamasında ise sağduyululuk kavramı içine ekonominin farklı alanlarına dair varsayımlar ve bunların yönetilmesinde finansal kurumların aracı olabileceği öngörüsü yerleştirilmiştir.

Bu noktada varsayım sistemik risk yönetiminde en önemli unsurlardan biri olan test ve simülasyonun yerine geçmiş onu ikame etmiştir.

Adeta basit Aristo mantığına dayalı kurgular ile yol alınmıştır.

Varsayıma dayalı olarak Makro İhtiyati önlem kurgusu esasen Macro Prudent anlayışla taban tabana zıttır. Prudent anlayışta kurgunun temeli simülasyona, test sonuçlarına dayanır ve bu çalışmaların paydaşlarla şeffaf biçimde paylaşılmasını gerektirir. Türkiye uygulamasında karşımıza çıkan ise şeffaf paylaşımdan ziyade dikte edilen ve ani biçimde hayata geçen kısıtlayıcı düzenlemelerdir.

 

Peki, bütün bu politik ve iktisadi planlamalardan sonra sonuç ne oldu? Dünyanın belki de en ihtiyatlı iddiasındaki makro uygulamalarla geçen yılların sonunda, Türkiye’de faiz, kur ve enflasyon kelimenin gerçek anlamında patladı. Bunca tedbir boşa gitmişti. Gerçekten bir tedbir mi vardı, yoksa tedbir görünümü altında ekonomiyi manipüle etmek yada ekonomi yönetiminin asli faaliyetlerinden kaçınmasına imkan vermek mi asıl amaçtı? Başçı’nın açık yüreklilikle itiraf ettiği şekilde, bankacılıkla oynayarak sistemin yönetilebileceği düşüncesi mi ağırlık kazanmıştı?

Glavan’ın 2014’te Makro İhtiyati bakışa karşı şüpheci duruşa dair yazdıkları, Türkiye’de makro ihtiyat adı altında yapılan uygulamaların pek çoğuyla neredeyse birebir örtüşmektedir. Glavan Makro ihtiyati önlemlere dair kuşku içindedir. Bu kuşkusunun temel sebebi ise kamu otoritesinin durumu ve duruşudur. Glavan’a göre “Piyasa başarısızlığı modellerinin yalnızca özel borçlanmayı sorunlu görür ancak gerçekte, kamu borçlanması ve hükümet politikalarının sistemik riski artırır”

"Sistemik risk, büyük ölçüde, regülatörlerin kötü tanımlanmış ihtiyatlı nedenler altında dünya çapında uyguladığı antirisk politikalarının sonucudur."

Glavan’ın yazdıklarını göz önüne aldığımızda ortada önemli bir risk olduğu görülmektedir. Bu risk  açık bir biçimde tanımlanmış ve tarif edilmiştir. Makro ihtiyati önlemlerin kamu otoritesinin keyfi süzgecinden değil bunu pozitif analizlerle aşan objektif bir çerçeveden beslenmeye ihtiyacı vardır.

Türkiye uygulamalarına bakıldığında objektif çerçevenin yerini düzenleme iştahının aldığı ve sistemin tüm bileşenlerinin özel kesim borçlanmasını karşısına alarak çözüm arayışı içine girdiği görülmektedir.

Üstelik bu özel kesim borçlanmasında bireysel ve ticari kesim arasında da seçim yapılmakta sorunun bireysel borçlanmadan kaynaklandığı yargısı peşin olarak kabul edilmektedir.

Öte yandan yoğun makro ihtiyati tedbirerle bireysel borçlanmanın kısıtlanıp sınırlandığı dönemde ticari borçlanmanın önü devletin (sınırlı olmakla beraber algısal olarak sınırsız olarak  lanse edilen) garanti ve kefaletiyle açılmaktaydı. 2017 yılı KGF PGS sistemi ile kredilere devlet kefaleti sağlanmak suretiyle geçmiş dönemde kredibilitesi yetersiz olan firmalara taze kredi vermenin önü açılıyordu. ,

Bu yönüyle bakıldığında bir taraftan kredi koşulları hafifletiliyor diğer yandan kredi balonu şişiyordu. Amerika İpotekli Borç krizi bundan  daha iyi taklit edilemezdi.

Bu tez kapsamında amacımız, öncelikle kavramsal düzeyde makro ihtiyat adı altındaki düzenlemelerin ve buna ilişkin olarak yaratılan algının kurgulanış biçimini sorgulamaktır.

Makro ihtiyat kavramının Türkiye’de literatüre giriş biçimine bakıldığında sürecin  dünya ile paralellik taşımadığı, Başçı ve benzeri siyasi ve yarı siyasi figürlerin bu konuda bilinçli bir yönlendirme yaptığı görülmektedir.

Kavramın Türkiye’de akademik çevrelerde ele alınışında ise uygulamaların genel bir mutabakatla benimsendiği ve uygulamaların başarısının büyük ölçüde teyit edildiği görülmektedir.

Konuya dair hazırlanmış akademik   tezler incelendiğinde uygulamaların spesifik bir başarı elde etttiğinin kanıtlanma çabası göze çarpar. Bununla beraber bu konuda daha ayrıntılı bir gözle bakıldığında makro ihtiyati önlemlere yönelik destekleyici bulguların sonuçlarla çok da örtüşmediği ve beklenen hedeflerin sağlanmadığı görülmektedir.

Hedefler kısmi olarak sağlanmış ama ihtiyat tedbirlerinden ziyade makro ekonomik verilerin belirleyici olduğu teyit edilmektedir.

Bu konudaki akademik tezlerin hemen tamamı Makro İhtiyati Önlemleri ekonomik sorunların çözümlenmesi açısından ele almakta ve kavramın asıl muhatabı olan sistemik risk konusuna yer vermekten ise kaçınmaktadır. Sistemik riske atıf vermeksizin hatta sistemik risk kavramına yer vermeksizin tamamlanan çalışmalar gözlenmektedir.

Makro İhtiyati Önlemlerin totolojik olarak başarısını   değerlendirme amaçlı tezlerin ağırlıkta olduğu görülmektedir.  Kredileri kısıtlama amaçlı önlemlerin kredileri kısıtlaması kanıtlanmaktadır. Bu noktada akademik kesimin tutumu anlaşılabilirdir. Kamu otoritesinin uygulamalarının rasyonel ve kendi içinde planlı olacağı öngörüsü kabul edilebilir bir bakış açısıdır. Bununla beraber sektör bakışıyla ve kavramın asıl amaçları dikkate alındığında bu yaklaşımın sığ kalacağı aşikardır.

 

 Bu noktada araştırmacıların da kavramın manipüle edilmiş anlamına yöneldikleri kanısı ağırlık kazanmaktadır.  Para ve Maliye politikası alanındaki uygulamalar bir kenara bırakılarak sadece Makro İhtiyati önlemler yolu ile makro ekonomik istikrarın sağlanabileceği yada sağlandığı yönünde çalışmalar karşımıza çıkmaktadır.

 

Bu yönüyle Türkiye akademik çevrelerinde makro ihtiyati kavramının tanımına dair önemli bir belirsizlik olduğu kanaati ağırlık kazanmaktadır. Kredileri kısıtlayarak ekonomiyi soğutma veya kaynakları “allocate” etme yani dağıtma makul bir çaba olarak görülmektedir. Öte yandan “ihtiyatlı olma” kavramının da  genel olarak regüle etme ve sınırlama içeriği nedeniyle pozitif bir değer olarak algılandığına kuşku yoktur.

 

Genel konsensusun bu denli ortaklaştığı dikkate alındığında, bu konuda farklı bir argüman ortaya koymanın riskleri olduğu açıktır. Türkiye’de makro ihtiyatlılığa karşı duruş pek fazla rağbet gören ve destek bulan bir tutum değildir.

Ancak akılda tutulması gerekir ki bir kavramın asli içeriğinden soyutlanarak farklı bir kavrama dönüşmesi, bu kavram adına yapılan uygulamaların kendi içinde tutarlı olmasıyla haklı duruma gelmez.

Türkiye’de makro ihtiyat kavramının sağduyu içeriğinden soyutlanarak ihtiyat anlamına hapsedilmesi ve bu ihtiyatlılığın kavramın içeriğinde olmadığı şekilde hayata geçirilmesi, bir süre sonra bankacılığı kendi iç dinamiklerinden uzaklaştırma, rekabetten ve inovasyondan kopuk, kamusal bir bütçe aparatına dönüştürme riski taşır. Tam da Glavan’ın işaret ettiği sürü davranış tipolojisi için zemin oluşur.

 

Türkiye uygulamasında makro ihtiyat uygulamalarının yakınsadığı tek ülke, Çin olarak ortaya çıkmaktadır. Özgün bir komünist rejimle yönetilen bir ülkenin, NATO üyesi ve AB adayı bir ülkeyle ekonomi yönetiminde benzeşmesi, üzerinde düşünülmesi gereken bir alan olarak görülmektedir.

Foucault, Wittgenstein ve Habermas gibi düşünürler, anlam kayması üzerine eleştiriler yapmışlardır. Wittgenstein’ın dil oyunları teorisine göre, anlam bağlama bağlıdır; bir kavramın yanlış bağlamda kullanılması, onun epistemik değerini (bilgiye katkısını) zedeler. Bir kavramın yanlış yorumlama, ideolojik manipülasyon veya popüler kültür etkisiyle orijinal anlamını kaybetmesi, Habermas’ın iletişimsel rasyonalite kavramıyla ilişkilendirilebilir. Yanlış iletişim, kavramın toplumsal işlevini bozar. Bir iktisadi kavramın yanlış bilgi veya önyargılar nedeniyle epistemolojik olarak çarpıtılması, bilginin doğruluğuna dair bir sorun yaratır.Foucault’nun bilgi-güç ilişkisi de bu noktada altı çizilmeye değen bir kavramsallaştırmadır.

Kuramsal düzeyde değerlendirdiğimizde Macro Prudentiality yerli Makro İhtiyat kavramı ile Türkiye uygulamasında farklı bir boyuta taşınmıştır.

Türkiye’de Makro ihtiyatlı önlemlerin bankacılığı sınırlama çabası, bir süre sonra kendi içinde bir amaç ve kabullenilmiş bir süreç haline gelmiş, sorgulanamayan bir yapı oluşturmuştur. Türkiye ekonomisinin krizle tanışmasını engelleyemeyen bu uygulamaların, krizin sebebi olduğunu iddia edecek kadar geniş bir iddia ortaya konulmamakla birlikte, Türkiye’de bankacılık sektörünün aktif büyüklüğünün dünya sıralamasında gerilemesi, bu uygulamaların bunda payı olduğunu öngörmeyi makul kılar.

Dünya Bankacılık sisteminde ülkeler arasında mukayese açısından elimizde olan Kredi/GSMH verisi ile ülke makro istikrarı arasındaki pozitif korelasyon bu noktada bizi yönlendirebilecek bir detaydır. 2000’lerin başına kadar dışa kapalı, enflasyonla boğuşan bir ülkenin bu verilerdeki seviyesi ile 2000’ler sonrasındaki düzeyi mukayese etmek bile bu alandaki gelişimi göstermektedir. Türkiye ekonomisinde makro istikrarın kaybolduğu son 10 yılda ise söz konusu verinin giderek kötüleştiği görülmektedir.

 

 

1991-2022 yılları arasında Türkiye’nin en büyük özel bankasında genel müdürlükte ve şubelerde perakende bankacılık alanında görev yapmış bir sektör çalışanı olarak, hem tanığı hem de öznesi olduğum bu dönemin uygulamalarına dair kişisel deneyimlerim, tezin oluşumuna doğrudan katkı sağlamıştır. Bu nedenle tez, nicel ve nitel yöntemler arasında konumlanmaktadır. Türkiye ekonomisinde makro istikrar anlamında 2010’ların başına kadar elde edilen kazanımların çoğunun yitirilmesine yol açan sürecin sebepleri konusunda farklı görüşler mevcuttur. Ancak 2025 sonu itibarıyla temel makroekonomik verilerin henüz kabul edilebilir seviyelerin çok uzağında  olduğu görülmektedir. Bu nedenle kriz veya istikrarsızlık süreci tamamlanmış da değildir. Bununla birlikte, dünya ortalamasından belirgin şekilde sapan temel makro verilerin varlığı, tereddüt edilmeyecek bir tablo sunmaktadır. Bu sürece ulaşılmasında yalnızca dış konjonktür veya yanlış politikaların rol oynadığını iddia etmek, Türkiye’nin iç dinamiklerine dair önemli tercihleri göz ardı etmek anlamına gelir ve önemli bir eksiklik olarak değerlendirilmelidir.

Konuya dair akademik çalışmaların ağırlığı, makro ihtiyatlı önlem setlerinin faydalarına ve ekonomiye katkısına odaklanmış olsa da, ortaya çıkan sonuç, bu yoğun makro ihtiyat deneyiminin krizleri önleyemediğini göstermektedir. Bu çalışmada, Türkiye’de makro ihtiyatlı çerçevenin para ve maliye politikalarının,   dış ticaret politikasının bir aracı haline gelmesi  üzerinde durulacaktır. Kavram sağduyu içeriğinden soyutlanarak  ihtiyat içeriğine sıkışmıştır. Asıl amaç olan sistemik riskin ise neredeyse hiç zikredilmediği görülmektedir. Bankacılık uygulamalarının kayıtdışıyla mücadele veya piyasa istikrarsızlıklarını önleme gibi alanlarının da eş zamanlı feda edilmesi sözkonusu olmuştur ki bu alandaki olumsuzlukların telafisi de önemli kaynak aktarımını gerektirmektedir.

Bu bağlamda, yapısal reform hedefleyen  ülkede, bankacılık sektörünün bilanço yapısında kamusal güçle yaratılan çarpıklığın arka planında makro ihtiyatlılık gerekçelendirmesi olduğu konusunda güçlü karineler bulunmaktadır.

Türkiye uygulamasında makro ihtiyatlılığın ulaştığı aşırı boyutlar, dünyada benzeri olmayan kısıtlama ve sınırlamaları sıradanlaştırmıştır. Öte yandan, makro ihtiyatlı duruş savunusu yapılırken, 2017 yılında kamu eliyle sisteme kredi pompalanması ve bunun ticari bankacılık kanallarıyla gerçekleştirilmesi gibi çelişkili uygulamalar dikkat çeker. Makro ihtiyatlı duruşun sıkılığı ile Kredi Garanti Fonu (KGF) uygulamasının örneği olmayan ve “makro düzeyde sağduyuyla” bağdaşmayan  kurgusu arasındaki çelişki, göz ardı edilemeyecek düzeydedir.

Tezin temel argümanı, Türkiye ekonomisinin 2001 sonrası ulaştığı ekonomik istikrarın kaybolmasında, bankacılık sistemini araçsallaştıran ve baskılayan makro ihtiyatlılık kavramının uygulama şeklinin asli bir rol oynadığıdır.

Bununla eş zamanlı olarak Sistemik risk  kavramının da  ana eksenleri arasında yer alan varlık/gayrimenkul fiyatlarının istikrarı konusunda atılmayan adımlar, tam tersi adımlarla birleşerek önemli bir istikrarsızlığa da zemin oluşturmuştur. . Makro ihtiyatlılığın uluslararası düzeydeki sağduyulu yaklaşım tanımının göz ardı edilerek baskın bir  ihtiyat vurgusuyla ortaya konan tanım ve uygulamanın, ülke ekonomisine maliyetini ve makroekonomik istikrarın kaybındaki rolünü açıklamayı amaçlamaktadır.

2002-2025 dönemi makroekonomik ve bankacılık verilerinin değerlendirilmesi ve verilerdeki değişim ve dönüşümlerin anlamlarının açıklanmasını hedeflemektedir. Başlangıç tarihi olarak 2002’nin seçilmesi, bu tarihlerde  başlatılan programın başarıya ulaşarak Türkiye ekonomisinde o zamana kadar benzeri görülmemiş kalıcı bir istikrar sürecini yaratmasından kaynaklanmaktadır.

2002’nin ülke politik ikliminde hala süren bir sürecin de başlangıcı olduğuna kuşku yoktur. Bu sürecin ana öznesi olan AK Parti döneminin iktidarda olduğu bütün bu dönem boyunca politik ve iktisadi alanda yaşanan gelişmeler bir bütünlük arzetmektedir.

Hala devam eden bu dönemin öncesinden kalın bir çizgiyle ayrıldığı alanların başında finans sektörü gelmektedir. Finans alanında yaşanan gelişmeler AK Parti döneminin önemli başlıkların arasında yerini almaktadır.

Bu gelişmeler arasında sağlanan finansal istikrarı azımsamak en hafif ifadeyle AK Parti’nin ilk 10 yıllık döneminde sağlanan gelişmeleri göz ardı etmek haksızlık olacaktır.

Bu dönemin ülke iktisat tarihinde mukayese edilebilecek hiçbir dönemle benzerliği bulunmamaktadır.

Kur/Faiz ve Enflasyonda sağlanan iyileşmeler benzersiz bir makro ekonomik istikrarı temsil etmektedir.

 

 İstikrar, yalnızca makroekonomik temel verilerde değil, Türkiye’nin gelişmiş ekonomilerde sıradan olan temel finansal ürünlerin yaygınlaşmasıyla da bağlantılıdır. İlk akla geleni mortgage ürünü olan bu finansal ürünlerin, yatırım alanlarına kadar genişleyen bir derinlik içinde Türkiye’de finansal sistemi dönüştürdüğü görülmektedir.

1980 24 Ocak Kararlarıyla başlayan dönüşümün, 2002’den sonra başka bir faza geçtiği niteliksel olarak dönüşüm sağlandığı söylenmelidir. Ekonomik istikrarla finansal ürünlerdeki derinleşme arasındaki korelasyon, göz ardı edilemeyecek kadar belirgindir. Bu kapsamda, 2002 sonrası dönemin bir bütün olarak ele alınması gerekir ve temel veriler arasındaki karşılıklılık ilişkisi dikkate alınmalıdır. Makro veriler arasındaki bağlantıların öne çıkarılması ve aynı zamanda yukarıda belirtilen tanımlama sorunsalının sebep ve sonuçları üzerinde durulması gerekmektedir.

 

 

Bankacılığın kökeni pre modern çağlara dayanır. Marksist terminolojiyle Artı değerin ortaya çıkışı, bu değerin saklanma ihtiyacını da doğurmuştur. Tarım toplumuna geçişle birlikte paranın el değiştirmesi ve ihtiyaç sahipleri ile para sahipleri arasındaki ilişkinin yoğunlaşması, bankacılığı medeniyetle birlikte gelişen bir konuma taşımıştır.

Günümüzde, ülkelerin yönetim sistemi ne olursa olsun, bankacılık önemini korumakta ve gelişimiyle toplumsal gelişim arasındaki bağ öne çıkmaktadır.

Türkiye’de bankacılık, Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemlerine kadar yerel imkanlara kapalı bir şekilde yürütülmüştür. Ziraat Bankası’nın kuruluşuyla ilk kez yerli bir banka ortaya çıkmıştır. Cumhuriyet döneminde, Atatürk’ün girişimleriyle kurulan İş Bankası, sanayileşmede de rol oynayarak ülke ekonomisine katkı sağlamıştır.

Türkiye’de bankacılık üzerinde yetki sahibi olan kurumlar, Hazine ve Maliye Bakanlığı, Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası (TCMB), Sermaye Piyasası Kurulu (SPK) ve Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu (BDDK) gibi kuruluşlardır.

Bankalar özünde kaynak sahiplerinin fazla kaynaklarını ihtiyaç sahiplerine sunar. Ticari bir işletme mantığına sahip olan bir bankanın bilançosu, diğer ticari işletmeler gibi kaynaklar ve kullanımlar olmak üzere iki ana kalemden oluşur.

Kaynaklar, sermaye ve alınan borçlardan ibarettir. Borçlar, mevduat olabileceği gibi krediye dönüşmek üzere temin edilen dış kaynaklar da olabilir.

Bankaların aktifleri yani  kullanımları içinde ana kalem kredilerdir. Bankalar, kaynakları için bir maliyete katlanırken, kullandırdıkları kaynaklar yani aktifleri üzerinden gelir elde eder. Bu basit bilanço kurgusunda denklik esastır. Banka faaliyetlerinden sağladığı kâr, sermayeyi artırır ve sermayeye eklenen kaynaklar, yeni kullanımlar için imkan yaratır. Tersi durumda, yani zarar edilmesi halinde, ya kaybolan sermaye için ortaklara başvurulur ya da aktifteki değerlerden azalmaya katlanılır. Bankacılık, temel olarak bir risk yönetim işidir. Bankaların yönettiği pek çok risk başlığı bulunmakla birlikte, en çok üzerinde durulan riskler faiz, kur, vade, likidite, piyasa, operasyon, kredi, hukuksal, karşı taraf ve ülke riskleridir.

Bankalar, risklerini sayısallaştırarak ölçer ve adresler. Finansal boyutlu riskler, işlem aşamasında tanımlanır ve bunlara karşılık olarak sermayede rezerv ayrılır.

Bankacılıkta risk yönetiminin asli uluslararası yönergesi Basel Uzlaşısı’dır. Basel Uzlaşısı’nın temelinde sermaye yeterliliği kavramı yer alır. Sermaye bir kaynaktır ve maliyeti vardır. Bununla beraber oluşan zararı önlemenin tek yolu sermayenin yeterliliğidir.

 

Tüm ticari işletmeler için sermaye yeterliliğini sağlamanın maliyeti olsa da bir bankanın sürdürülebilirliği için sermaye gereklidir. Bankaların tekil olarak aldığı riskler, düzenleyici kurumlar tarafından izlenir, yönetilir ve gerektiğinde kısıtlanır. Bu süreçte sermaye yeterliliği bir kriterdir. Bir bankanın verebileceği kredinin sermayesiyle uyumlu olması gerekir. Özellikle Türkiye gibi konvertibiliteye sahip olmayan para birimlerinin geçerli olduğu ülkelerde, kur riski de önemli bir kriterdir. Kaynak ve kullanımlardaki kur bileşeninin uyumlu olması gerekir ve bu konuda sınırlayıcı rasyolar bulunur. Operasyonel risk gibi finansal olmayan başlıklar ise bir yandan süreçlerin iyileştirilmesiyle azaltılır, diğer yandan olası operasyon riskleri için sermayede karşılık ayrılır.

Tüm bu uygulamalar, her bankanın özel ve öznel koşullarına göre yönetilir. Bankalar, bilanço parametreleri içinde risklerini yönetmeli ve faaliyetlerini kârlılık kriterlerine uygun şekilde sürdürmelidir. Yukarıda tanımlanan unsurlar, bir bankanın mikro düzeyde risk yönetimi ve denetimini ifade eder. Her banka, mikro düzeyde denetlenir, hesap verir ve sağlıklı bir faaliyet yürütmesi beklenir. Bankacılık sisteminin   mikro düzeyde denetimi, bu şekilde sağlanmış olur. Mikro düzey, her bankanın kurallı çalışması anlamına gelir.

Kurallı çalışmak, emniyet(ihtiyat), seyyaliyet (likidite) ve randıman (kârlılık) kavramlarının eş güdümlü yürütülmesini içerir. Bu üç kavram geleneksel olmasına karşın açıklayıcılığını korur.

 

Burada dikkat çekilmesi gereken unsur seyyaliyet ve randımanın emniyetle eşit oranda ifade edilmesidir. Bu noktada ana konumuz olan “Macro Prudentiality” yi tanımlarken sadece ihtiyat yani yukarıdaki ifadede yer alan Emniyet içeriğine sıkışmamak gerekecektir.

Öte yandan ihtiyat ve emniyet arasında da fark bulunur. Emniyet kavramı Makro İhtiyatlılık için (en azından Türkiye uygulmasında) yeterli gelmez. Kredilere getirilen vade kısıtlaması ve taşınmaz teminatlı kredilerin (dolaylı) yasaklanması makro ihtiyati ancak emniyeti düşüren politikalardır.

Bankaların teminatlı bireysel kredi vermesinin önü tıkanmış buna karşın bankalara kredi vermeye devam etme ve bu alanda rekabet etme zorunda bırakılmıştır.

Benzer durum vadelerin kısılmasında da kendini gösterir. Bankaların kendi  likidite riskleriyle yönetmeleri gereken kredi vadelerinin devlet eliyle kısıtlanması kredi taksit yüklerini artırarak geri ödeme sorunlarını artıran rol oynamıştır.

Randıman da yukarıda yer verilen kavramlar içinde özel öneme sahiptir. Bankalar toplumsal kaynakları kullandığı için faaliyetlerinde kârlılık sağlamalıdır. Toplumsal boyut yukarıda ifade edilen Marksist terminolojide değinilen artı değeri işaret eder. Bu, Bankaların hem yeni sermaye katkılarıyla ekonomiye destek olmalarını hem de vergi geliri yaratmalarını sağlar. Kapitalist toplum büyümek için bankalarda biriken sermayeye ihtiyaç duyar.

Sermaye birikimi kavramının asli ve en önemli karşılığı Bankaların büyüklüğü yani aktif yaratmalarıdır. Bir ülkenin büyümesi farklı şekillerde olabilir ama büyümenin sermayeye dönüşmesi için Bankacılık sisteminin de büyümesi gerekir.

Bu noktada farklı sermaye piyasası varlığı araçları da sonuç olarak bir Banka hesabında takas edilmeyi zorunlu kılar. Doğrudan dolaylı olarak Bankacılık sistemi büyüklüğüne tüm sermaye varlıkları katkı sağlar.

Banka bilançolarındaki denklik aktifteki büyümenin yani kredilerin veya benzer kullanımların fonlanacağı mevduata veya benzer borçlanma imkanlarına gerek duyulmasına yol açar. Bankacılık sermaye birikimi ile büyür, büyüyen sermaye ise karşılığını Banka bilançosunda bulur.

Bir diğer ifadeyle Bankacılık sistemi büyümüyorsa ülkede kaynak da yaratılmamış demektir.

Türkiye ekonomisinde 2003’den sonra sağlanan büyüme ile Banka aktifleri arasındaki ilişki bu yönüyle dikkat çekicidir.

 

Grafikten görüleceği üzere Türkiye OECD ülkeleri arasında GSMH payını artırmasına karşın Türkiye GSMH’sı ile toplam Bankacılık aktifleri arasındaki ilişki bozulmuştur. Bu durum Bankacılığın yani sermaye birikiminin GSMH büyümesinden aldığı payın aşındığına işaret etmektedir. Büyüme sermaye birikimi ile eşgüdüm sağlamamakta büyüme ile uyumlu sermaye birikiminin sağlanamadığı anlaşılmaktadır.

 

Dünyada bankacılık için geçerli olan mikro kriterler, Basel Uzlaşısı ile genel kabul görmüş standartlara bağlanmıştır. Ancak Basel Uzlaşısı’na dahil olmayan ülkelerde de banka denetimi mevcuttur. Kamusal kaynakları kullanan ve faaliyetleri yasal izinlere bağlı olan bankaların, sağduyu içinde faaliyet göstermesi beklenir ve zorunludur. 

 

2008 KRİZİ VE GENİŞ ÖLÇEKTE SAĞDUYULU VE SAĞLAMLIK

2008 krizi, doğrudan “Mortgage” (İpotekli Borç) Krizi olarak adlandırılır. İskandinav ve Uzak Doğu krizlerinin etkileri henüz hafızalarda tazeyken, Amerika Birleşik Devletleri’nin finansal krizle sarsılması, dünya ekonomisi için kalıcı olumsuz etkiler yaratma potansiyeli taşıyordu. Mortgage krizinin genel tasviri, kredi şartlarının kolaylaştırılması olarak ifade edilebilir. Ancak krizin etkilerini sarsıcı kılan, yalnızca kolaylaştırılmış kredi kurallarının aktiflerdeki değer kaybıyla yarattığı zararlar değildi. Kredinin geri ödenmemesi, evin değerinin düşmesi, verilen kredinin ikinci mortgage ile artırılması ve evin değerini aşması önemli bir sorundu. Ancak sorun, tek bir bankanın tek bir müşteriye verdiği kredinin geri ödenmemesi ve teminat yetersizliğinin çok ötesine geçti. Mortgage krizi, basit bir bankacılık başarısızlığından çok daha büyük hasarlar doğurdu. Bunun temel sebebi, kredi kurallarına riayet edilmemesi olsa da, asıl sorun sistemin bütününü etkileyen risklerin yaratılmış olmasıydı .Finansal sistemin kurgusu, büyük bir zarar doğurabilecek hale gelmişti. Bunun, Amerika Birleşik Devletleri gibi büyük bir ekonomide meydana gelmesi başlı başına bir sorundu. Ancak ortaya çıkan çok boyutlu faktörler, böylesi büyük bir ekonominin bile krize girmesine yol açtı. Mortgage krizinin küresel bir soruna dönüşmesinin en önemli nedeni, sistemin bütünsel krize açık hale gelmesine olanak tanınmasıydı. Kullandırılan mortgage kredilerinin büyük kısmının sorunlu olması, sıkıntının temelini oluşturuyordu. Hiçbir finansal kurum, bu olumsuz kredi piyasasından bağışık değildi. Öte yandan  bu krediler, çeşitli finansal tekniklerle menkul kıymetleştirilmiş ve bunlara bağlı finansal varlıklar yaratılmıştı. Kaynak sahipleri, bankaların ödenmeyen kredilerine yatırım yapmış; bu türev nitelikli ürünler, farklı tekniklerle daha büyük yatırımlara dönüşmüştü. Kredinin geri ödenmemesi, yalnızca krediyi veren kuruluşu batırmakla kalmıyor, aynı zamanda bu kredilerle oluşturulan menkul kıymetleri de değersiz hale getiriyordu. İpotekli borç ya da kredi krizini, finansal sistemi etkileyen bir hale getiren yapı, sistemin bütünündeydi. Finansal sistem, geleneksel olarak bankacılıkla tanımlansa da, ABD krizi bankacılığı çok daha geniş bir anlamda ortaya koyuyordu.

Bu yeni  Finansal sistemde krediyi sadece bankalar vermiyordu. Fannie Mae, Freddie Mac ve Lehman Brothers gibi kurumların rolü, klasik bankaları aşan bir şekil almıştı. Tek işlevi ipotekli borç vermek olan Fannie Mae ve Freddie Mac ile bu borçları menkul kıymetleştiren Lehman, krizin sistemin tüm bileşenlerine yayılmasını sağladı. Verilen ve geri ödenemeyen bir kredi, menkul kıymete dönüşmüş ve bu menkul kıymet, başka bir kıymetin temelini oluşturmuştu. Kriz, tüm sistemi etkiliyordu ve hiçbir kurum bu sistem içinde krizden bağışık değildi. Krizin sistemin bütününü etkilemesi, tek bir kurumla ya da sistemin belirli bir bölümüyle sınırlı olmaması, çok farklı bir tablo ortaya koydu.

Sistemi pratik olarak hayal ettiğimizde, Amerika’nın ücra bir şehrinde A kişisi, evini B kişisine x dolara satmaktadır. Aslında A, bu evi üç yıl önce x/2 dolara almıştı. Evin fiyatı iki katına çıkmıştır. B kişisi, evi satın alır ve üç ay sonra bankaya tekrar başvurur. Banka, evi yeniden değerlendirir ve o anki değerinin x+y dolar olduğunu belirler. Evin üzerine ikinci ipotek konur ve müşteri, bu kez evin bahçesindeki havuzu yenilemek için    ek kredi alır. Aslında evi alan bu kişinin düzenli bir geliri yoktur. Krediyi aldığı sırada işe girmiştir, ancak işin sürekliliği garanti değildir. Bir süre sonra işten çıkarılır ve kredisini ödemekte zorlanmaya başlar. Bu arada banka, B kişisi gibi binlerce kişiye kredi vermiştir. Bu kredileri kendi sermayesiyle daha fazla finanse etmek istemez; yüksek faizli kredilerin gelirinin bir kısmından feragat ederek, kredi faiz gelirlerini menkul kıymet olarak satar. Bu kıymetleri alan şirket de uzun süre sermaye bağlamak istemez ve cazip faizin bir kısmından vazgeçerek, elindeki kredi portföyüne dayalı menkul kıymeti devreder. Bu süreçte, bu şirketlerin hepsi büyük kârlar elde ettiği için hisseleri hızla alıcı bulur. Kredisini ödeyemeyen müşteriyi, bir süre sonra bankanın avukatı arar. İşsiz kalan kişi, evi bankaya geri verir ve şehir merkezinde, ödediği kredi taksitinin yarısı bedelle bir daire kiralamaya başlar.

Banka avukatı, birden fazla kişiyle görüşmek zorunda olduğunu fark eder. Borcunu ödemeyen çok sayıda kişi vardır ve bankanın eline birçok ev geçmeye başlamıştır. Yerel emlakçı, fiyatların yarıya düştüğünü ve bu fiyattan bile kimsenin ev almadığını belirtir. Bankanın verdiği kredi buhar olmuştur. Banka, bu büyük zararı telafi edecek durumda değildir. Kredi ödenmediği için, krediye bağlı oluşturulan menkul kıymetin ve bu menkul kıymetten türeyen diğer kıymetlerin, bırakın kupon faizini, ana parasını bile ödeme imkânı yoktur.

Sorun, tek bir kredinin ya da tek bir müşterinin borç ödeyememesi değildir. Binlerce insan, artan ev fiyatları ve kolay kredi koşullarıyla bu sürece dâhil olmuştur.

2008 İpotekli Kredi Krizi’nin temel mekaniği bu şekilde ortaya çıkmıştır.

Krizin görünümünde iki temel sorunlu alan dikkat çeker. Birincisi, ev fiyatlarının önce çok yükselmesi, daha doğrusu şişmesidir. Bu durum  İskandinav kriziyle benzerlik gösterir. Ev fiyatlarındaki artış, evin gerçek değerini saptırmıştır. Bu noktada, ABD’de özellikle müstakil evlerin, şehirden uzak yaşamın ve arabaya bağımlılığın rolü vurgulanmalıdır. Bankacılık, toplumsal boyutu ve sosyolojisiyle karşımıza çıkar. Bu noktada  toplumsal güvenin erozyona  uğramasının altı çizilmelidir.

Yoksul sınıflar  bankaların “kapsayıcı” söylemine inanarak borçlanmış, ancak iflaslar sosyal sermayeyi zedelemiştir. Eşitsizlik ve Sosyal Tabakalaşma   Subprime krediler yolula  düşük ve alt gelirli kesimlere ev sahipliği vadederken, aslında sermaye birikiminde  farklı kesimlerin kayrılmasını sağladı.   

2008 krizinin eşitsizlikleri   artırma yönünde oynadığı rolün altı çizilmeyi hak eder.  Fakir haneler evlerini kaybederken, bankalar kurtarma paketleriyle  korundu.

2008 krizi irdelenirken bu hususlar özellikle  göz önünde bulundurulmalıdır. Amerikan toplumu için evin ifade ettiği kavramsal yapı, başka toplumlar için geçerli olmayabilir. Subprime borçlanma yoluyla konut kredisi Amerika’da kriz yaratırken, Türkiye’de konut kredisi NPL (takipteki alacaklar) oranı tarihsel olarak  hiçbir zaman %1’i aşmamıştır. Bu durum, ülkeler arasındaki sosyolojik ve sosyoekonomik farklılıklardan kaynaklanır. Bir ülkede bankacılık, o ülkenin halkının sosyokültürel altyapısıyla ilişkilidir. Bu nedenle, bankacılık düzenlemeleri bu ilişkiyi göz önünde bulundurmalıdır. ,

Krizin asıl görünümü, kredi kurallarının sistematik olarak ihlal edilmesidir. Kredi kullandırılan kişilerin gelir ve statülerinin çok üzerinde kredi almalarına olanak tanınması önemlidir. Buna ek olarak, kredi tutarının, ikinci mortgage gibi yenilikçi yöntemlerle artırılması söz konusu olmuştur.

Normal koşullarda zaten değeri şişmiş olan eve daha fazla değerleme yapılarak kredi tutarının artırılması, riskli bir durum olarak ortaya çıkmıştır.

 

Krizin bir diğer görünümü ise riskli sürecin, menkul kıymetleştirme yoluyla farklı kurumlara da  yayılmasıdır. Kriz, bu üçlü yapı içinde sistemin en uç noktalarına kadar ulaşmış ve   dünya geneline yayılan sonuçlar doğurmuştur. Krizin Amerikan ekonomisine maliyeti 1 trilyon doları bulmuştur. İpotekli kredi krizinin sonuçlarıyla yüzleşmek, Amerikan ekonomisinin yanı sıra, özellikle Avrupa ve çevre ülkeler için de önemli bir meydan okuma oluşturmuştur.

Yukarıda çizilen kriz tablosunun oluşumunda, temelde kredinin mikro düzeyde hatalı kullanımı yatmakla birlikte, sürecin tüm ekonomiye yayılması diğer kriz süreçlerinden  farklılık arz etmiştir. Sistemik risk kavramı, bu amaca yönelik olarak gündeme gelmiş ve ekonomi literatürünü şekillendirmiştir.

Amerikan mortgage krizinin, temelde subprime krizi yani düşük değerlilik krizi olarak tanımlanması, krize konu kredilerin önlenebilir olduğunu düşündürür. Ancak bu önlenememiş ve krizin yayılmasının önüne geçilememiştir.

Subprime ya da eşik altı krediler, buzdağının görünen yüzüyken, altında bu kredilerden sağlanan gelire bağlı olarak oluşturulan türev nitelikli finansal ürünler bulunur. Bu finansal ürünler, orijinal kredi ilişkisinden kopmuş ve bağımsız olarak piyasada hareket eder hale gelmiştir.

2008 krizinin küresel ekonomiyi etkileyen boyutta sonuçları, bankacılıkta temel nosyonlara aykırı davranışları içerse de, bunun ötesinde kurumlar arası geçişkenlik ve birbirini etkileme potansiyeli önemli bir yer tutar.

Bu krizin küresel etkileri, bankacılıkta sağduyulu işleyişin kurgusunu yeniden gündeme taşımış ve 1979’da bir kavram olarak ilk kez zikredilen “Macro Prudentiality” kavramı öne çıkmıştır.

Giriş bölümünde belirtildiği üzere, “prudent” ve “prudentiality” kavramları, sağduyuyu ve ölçülülüğü ifade eder. İhtiyatı içermekle birlikte, bundan daha geniş bir içerik taşır. Makro ihtiyatlılık kavramının 2008 krizi sonrasında yaygın bir kullanım bulması, krizin sağduyuyu geri plana iten bankacılık ve finans uygulamalarına karşı bir tepki olarak ortaya çıkmıştır.

BIS’in (Bank for International Settlement) krizden tam 8 yıl önce yani 2000 yılında yaptığı tanım, makro düzeydeki düzenlemeler için sistemik risklerin kontrol altına alınmasını, risk temelli sermaye standartlarının ve denetim uygulamalarının güçlendirilmesi gereğini ifade eder. Küreselleşen bir dünyada Sınır ötesi finansal faaliyetler, uluslararası işbirliğini   öne çıkarır.

Piyasa Dinamikleri türev ürünlerin, seküritizasyonun ve banka dışı finansal kurumların büyümesi anlamına gelmektedir.

Risk Yönetimi Finansal kurumların piyasa ve operasyonel riskleri daha iyi değerlendirme gereğini ortaya koymuştur.

 

Bu başlıklar, 2000 gibi erken bir tarihte 2008 krizinin tahmin edildiğini ve risk alanlarının adreslendiğini gösterir. 2008 krizi, bir sürpriz olmaktan çok, beklenen çok ağır bir kazanın gerçekleşmesidir.

BIS’in makro ihtiyatlı kavramının oluşumunda rol oynayan önemli bir isim, Belçikalı bankacı Lamfalussy’dir. Ticari bankacılık kökenli olan Lamfalussy, 1970’lerin ortasında, tekil bankaların risk yönetimlerinin yeterli olmayacağını ve sistem genelinde bir denetim ve yönlendirmeye ihtiyaç duyulduğunu belirtmiştir.

2008 krizi öncesinde Basel Uzlaşısı’nın oluşumunda da önemli katkıları bulunan BIS’in, krizi öngördüğü ve finansal sistemi uyardığı anlaşılmaktadır. Bu noktada sorunlu alanların farkında olunduğu ancak bu farkındalığın aksiyona dönüşmesi için 2008 krizi gibi ağır bedele ihtiyaç duyulduğu akla gelmektedir.

 

Makro İhtiyati önlemlerin yada doğru deyimle “Macro Prudentiality”nin gökten aniden inen, geçmişte öngörülmemiş bir niteliği bulunmaz. Sistemin zayıf yönleri öngörülmüş ancak bunların adreslenmesi kriz sonrası dönemde olası hale gelmiştir.

 

Kriz sonrasında bu konuda çalışmalar artmış ve 2008 krizinin etkileri üzerinde yoğunlaşılmıştır. Krizin farklı görünümleri içinde, makro ihtiyatlı yaklaşımla;   başlıklar belirginleşmiş ve üzerinde mutabık kalınan hususlar netleşmiştir.

Makro ihtiyatlı başlıkların, mikro ihtiyatlı başlıklardan farklı olarak odaklandığı unsurlar şu şekilde belirtilmiştir:

Sermaye rezervleri oluşturulmalı, bunlar büyüme dönemlerinde depolanmalı, daralma dönemlerinde kullanılmalıdır.

Aşırı kredi büyümesinin önüne geçecek uygulamalar kurgulanmalıdır.

Sistemik önemi olan kurumların tanımı yapılmalı ve bunlara ilişkin stratejiler geliştirilmelidir.

Varlık fiyatlarını şişirecek süreçlerin önüne geçilmelidir.

Finansal kurumlar arası geçişkenliğin, finansal sistemin sağlıklı işleyişini bozmaması sağlanmalıdır.

Bu 5 temel madde yalın, amaca dönük ve üzerindeki tartışmaları sınırlamak bakımından tereddüt yaratmayacak niteliktedir.

 

Bu maddelere bakıldığında, finansal sisteme özgü ve sistemik bir  anlayışın egemen olduğu görülür. Rezervlerin büyüme döneminde toplanıp küçülme döneminde harcanması, tüm sistemi koruyucu bir yastık olarak tanımlanır. Ancak bazı başlıkların daha detaylı analize ihtiyacı vardır. Kredi büyümesinin tehdit edici hale gelmesi veya bir kurumu sistemik olarak önemli kılan unsurların netleştirilmesi gerekir. Bu noktada simülasyon ve testlere ihtiyaç duyulur. Senaryo çalışmaları, hangi seviyelerin kriz yaratma açısından tehdit edici olduğunu belirler. Simülasyonlara ulaşılacak sonuçlar, önlemlerin iletişimini ve kamusal alanda kabul görmesini garanti eder.

Amerikan İpotekli Kredi Krizi, sistemik kriz tanımı için geçerli bir model sunar. Krizin sistemik oluşu, finansal yapının bütününü etkilemesi ve etki düzeyinin sistemin tamamını tehlikeye atacak yapıda olmasıyla ifade edilir. Sistemik riski, sistemik olmayan riskten ayıran en önemli faktör, finansal sistemin bütününe zarar verebilecek unsurları içermesidir. Sistemik riskin temelinde, finansal sistemin bozulması yatar. Başka bir deyişle, sistemik risk, doğrudan finans alanına özgü bir kavramdır ve finans alanının işleyişindeki bozuklukların yol açtığı riskler göz önüne alınır.

Bu bağlamda, kurların artması, dış ticaret açığı veya enflasyon beklentileri gibi unsurlar sistemik risk değildir. Bunlar risk parametresi olarak senaryolarda dikkate alınır ama finansal sistemin görevi bu sorunlara çare aramak değildir.Yada daha açık ifadeyle makro ihtiyati önlemler bu sorunların çözüm aracı olarak yer almaz.

Öncelikle Para p ve maliye politikası bu sorunlara dair çözümler barındırır. Sistemik risk, bu olumsuzlukların finansal kurumlar üzerindeki kırılganlıklarıyla ilgilenir. Kavramsal çerçevenin doğru oluşturulmaması durumunda, bir tuzak ortaya çıkar: Neden sonuç ilişkisinin belirsizleşmesi bu tuzağın temel niteliğidir. Öncelik sıralaması önem taşır.

Yüzeysel bir bakış, finansal istikrarı bir neden-sonuç denklemi içine yerleştirir. Ancak makro ihtiyatlılık kuramında çerçeve nettir. Finansal istikrarın alanı ile para ve maliye politikası alanı arasındaki görev dağılımı açıkça tanımlanmıştır. Karmaşıklık ve aşırı müdahale gibi unsurların dışlanması konusunda mutabakat vardır.

Tüm ekonomik meselelere dair çözümlerin finansal alana atfedilmesi, Erdem Başçı’nın ifadesiyle faizin makro ihtiyati önlemlerle düşük tutulması karmaşıklık ve aşırı müdahalenin görünen yüzüdür.

 

Sistemik risk esas olarak finansal kurumlara dair temel unsurların finansal sistemle olan bağıyla ilgilidir. Bu noktada, sistemik riskin tanımı ve yapısına ilişkin daha ayrıntılı bir kavramsallaştırmaya ihtiyaç vardır. Finansal sistemde kullanılan ürün ve hizmetler, kendi başına birer inovasyon niteliği taşır. Bir ürünün fiyatı, vadesi ve kullanım koşulları, o ürünü çıkaran finansal kurumun sorumluluğundadır. Sistemik risk, ürünlerin spesifik yapısıyla ilgilenmez; finansal sistemi tehdit eden unsurların bu ürünlerle ilişkisini saptamaya çalışır.

Bu noktada Konut kredisine olan bakış, bu ürünün konut talebini hak edilmeyen; yapay biçimde artırması ile sınırlıdır. Burada bulunan  çözüm, ana paranın tamamının finanse edilmemesidir. Benzer şekilde, kredilerin sağlıksız büyümesini önlemek için borç ve gelir arasındaki ilişki kurgulanır. Geliriyle uyumlu borçlanan bir kişi, finansal sistemi tehdit etme riski taşımaz.

Ancak yasakçı kısıtlamalar uygulamak, finansal sistem için fayda sağlamaz. Krediyi hak eden kesimlerin kullanımdan uzaklaştırılmaları karmaşıklık ve aşırı düzenleme olarak karşımıza çıkar.

 

MAKRO İHTİYATİ POLİTİKALARIN ÇERÇEVESİ .

Sistemik Riskin Yönetimi içim sistemik etkileri tanımlama gereği vardır. Çünkü krizin sistemik etkilerinin iki yönlü yapısı, ortak hareket eder ve bir noktadan sonra birbirini çoğaltan bir kısır döngü oluşturur. Genel ortamdaki bozulma, kurumların yapısında bozulmaya; kurumların yapısındaki bozulma ise olumsuzluğun yayılmasına yol açar.

Makro ihtiyatlı politikaların başarısı, sistemdeki sorunlu alanların finansal sisteme etkilerinin saptanmasıyla mümkün olur.

Varlık fiyatlarındaki şişmelerin finansal sisteme yansıyıp yansımadığını değerlendirmek, makro ihtiyatlı önlemlerin başlangıç noktasını oluşturur. Varlık fiyatları artmış olabilir, ancak bu artışın finansal sistemde karşılığı var mıdır?

Varlık fiyatlarına etki eden başka parametreler de vardır .  Döviz kurundaki aşırı değerlenmeler ya da enflasyonda artış beklentileri, finansal kurumların pozisyonları irdelenerek makro ihtiyatlı kurgunun içinde yer alır. Sistemik risk doğası gereği bütüncül bir bakışla ele alınmayı gerektirir.

Makro ihtiyatlı önlemler, para politikası veya maliye politikası yerine geçmez, ancak finansal sistemdeki zayıflıkların önüne geçerek bu politikalara destek olur. Ekonominin aşırı ısınması, yüksek sermaye akış dönemlerinde sermaye girişlerinin bu tür bir sürece yol açması, finansal sistem üzerine konulan düzenlemelerle kontrol altına alınabilir. Bu düzenlemeler, sermaye girişlerinin aşırılaştığı dönemlere özgü olmalıdır. Böylesi dönemlerde, gelen kaynakların varlık fiyatlarını şişirmesi ya da döviz kurunda aşırı değerlenmeye yol açacak şekilde kredi hacmini bozması, düzenlemelerle önlenebilir.

Makro ihtiyatlı yaklaşımın, kurumlar arasındaki ilişkilerdeki bozulmaları zamanında yönetmesi ve olası erozyonların önüne geçmesi de bir görev tanımıdır.

Takas ve ödeme sistemlerinin, kurumların bir diğerinin durumundan etkilenmeyecek şekilde planlanması gerekir.

Türev faaliyetler yoluyla risklerini birbirine aktaran kurumların bu işlemlerinin kontrol altına alınması da  önemli bir makro ihtiyatlı önlem olarak kayda geçer.

Öte yandan  Banka olmayan (non Bank) finansal kurumların da denetim yapısı içinde ele alınması gerekir. En önemli makro ihtiyatlı görevlerden biri de sistemik risk yaratma ihtimali yüksek olan spesifik kurumlara yönelik tutumdur.  Fat Cat (Şişman Kedi) ifadesiyle yer alan bu kurumların teknik tanımı ise sistemik öneme sahip kurumlar olarak ifade edilmektedir. Bu tür kurumlara dair erken uyarıcı ve sınırlayıcı sermaye koşullarının kurgulanması gerekir.

Özetle, makro ihtiyatlı çerçevenin temel görevleri :

-      Kredi genişlemesinin sağlıklı bir temele dayandığını teyit etmek, varlık fiyatlarındaki şişmelerin hem önüne geçmek hem de kredi piyasasını manipüle etmesine engel olmak

-      -kurumlar arası ilişkilerin tutarlılığından ve kesintisiz ilerlemesinden emin olmak

-      -sistemik risk yaratabilecek kurumları ayırt etmek.

2008 finansal krizinin ardından, finansal istikrarın sağlanmasında makro ihtiyatlı araçların rolü vurgulanmış ve bu kavram, mikro ihtiyatlı yaklaşımlardan ayrılarak açıklanmıştır. 2008 küresel finansal krizi, bireysel finansal kurumların sağlamlığına odaklanan geleneksel mikro ihtiyatlı düzenlemelerin   yetersizliğini ortaya koymuştur. Bu krizin ardından, finansal sistemin bütününü korumaya yönelik yeni bir yaklaşım ihtiyacı vurgulanmıştır. Makro ihtiyatlı önlemler, sistemik riskleri önceden tespit edip önlemeyi hedefleyen politikalar olarak yer alır. Kavramın para politikasıyla entegrasyonu tartışılırken, denetim ve düzenlemenin krizleri önlemede birinci savunma hattı olduğu belirtilir.

Makro ihtiyatlı önlemler finansal sistemin bütününü ve dolayısıyla geniş ekonomiyi korumayı amaçlar.  Bu yaklaşım, bireysel kurumların dengelerini düzenleyen mikro ihtiyatlı politikalardan farklıdır. Makro ihtiyatlı politikalar, kredi ve kaldıracın döngüsel doğasına karşı koyar, sistemik risk birikirken “rüzgâra karşı eğilir” ve finansal sistemdeki bağlantılar ile yayılma risklerini azaltmayı hedefler.

Makro ihtiyatlı araçlar, mikro ihtiyatlı araçlara benzer ancak sistemik odakla yeniden şekillendirilmiş kısıtlamalar veya teşvikler olarak tanımlanır. Bu araçlar, finansal kurumların bilançolarını hedefler ve kriz sonrası dönemde öne çıkmıştır.

Sermaye Gereklilikleri; daha fazla ve kaliteli sermaye tutulmasını zorunlu kılar; döngüsel riskleri azaltır. İyi dönemlerde sermaye tamponları oluşturmak, kötü dönemlerde bunları kullanmak (karşı-döngüsel tamponlar) ve borçların kayıplarda özkaynağa dönüştürülebilir olması (koşullu sermaye) bu kapsamdadır.

Likidite Gereklilikler kısa vadeli borçlanmaya aşırı bağımlılığı önler. Piyasa çöküşlerinde likidite sıkışıklığını azaltır. Kısa vadeli borçlara kısıtlamalar ve repo  teminat indirimleri buna örnektir.

Sistemik Önemli Kurumlar İçin Standartlar sistemik risk taşıyan kurumlara özel kısıtlamalar getirir. Diğer  kurumlarla stratejilerin korelasyonuna göre cezalar uygulanır veya bireysel karşı taraf riski limitleri dikte edilir.

Gayrimenkul ve Kredi Politikaları aşırı fiyat balonlarını önler. Örneğin, konut kredilerinde maksimum kredi-değer oranı (LTV) sınırlamaları getirilir.

Bu araçların para politikasından bağımsız olarak sistemik riskleri yönetmek için daha uygun olduğu vurgulanır; çünkü para politikası (faiz oranları gibi), daha geniş ve künt bir etkiye sahiptir.

Faizleri yükseltip kredileri kısıtlamak makro ihtiyati önlem olarak tercih edilmez. Diğer taraftan faizleri düşük tutup oluşacak dengesizliği ile politikalarla telafi etmek de aynı ölçüde dışlanır.

 

Bu tanımlamadan da anlaşılacağı üzere sistemik risk para politikası ile yönetilemeyeceği gibi makro ihtiyati politikalar da para politikası alanına ait değildir.

 

Makro ihtiyatlı önlemler, ekonomi yönetiminde para politikasına, maliye politikasına ya da benzer geleneksel stratejilere alternatif değildir. Makro ihtiyatlı politikanın alternatif olduğu yada daha doğru ifadeyle tamamlayıcısı olduğu ana kavram, mikro ihtiyatlı önlem setleridir.

Mikro ihtiyatlı önlemler, Amerikan İpotekli Borç Krizi’nde kendi başlarına başarısız kalmış önlemler olarak yerini alır. Her bir kurumun tekil olarak denetimi ya da performansı, anlamlı olsa da sadece bunu esas almak yanıltıcı olmuştur. Makro ihtiyatlı önlem kavramı, mikro ihtiyatlı önlemlerin yetersiz kalması nedeniyle geliştirilmiş bir çerçevedir.

Buna bağlı olarak finansal istikrar kavramı da esasen aynı çerçevede ele alınmalıdır. Para politikasının fiyat istikrarı ve maksimum istihdam gibi geleneksel hedeflerine odaklanması yerinde olacaktır. Denetim ve düzenleme, sistemik riskleri ele almada birinci savunma hattı olmalıdır. Para politikası, kendi makroekonomik hedeflerine odaklanmalıdır. Bunlar sistemik risk yönetimi için birincil araç olamaz, çünkü künt yani toptancı bir araçtır ve kendi hedeflerini tehlikeye atabilir. ,

Diğer taraftan para politikası kararları sistemik riskleri göz önünde bulundurmak durumundadır. Örneğin, düşük faiz oranları, kredi büyümesini aşırı teşvik ederek risk birikimine yol açabilir; bu durumda makro ihtiyatlı araçlar devreye girer.

 

Bu noktada, bu ifadenin Başçı’nın ifadesiyle karşılaştırılması yerinde olacaktır. Faizleri olması gerekenden düşük tutup oluşacak kredi talebini baskılamak ve yönetmek için uygulanan makro ihtiyatlı tedbirlere karşı, düşen faiz oranlarının yaratacağı kredi balonlarını dengelemek için uygulanan önlemler, temel yaklaşım farkını gösterir.

 

Faizi yapay olarak olması gerekenden  düşük tutmak ile düşen faize karşı proaktif önlem almak arasındaki farkın altı çizilmelidir. Başçı ifadesinde açık sözlü biçimde olması gerekenden daha düşük faiz oranını savunmaktadır.

Kriz sonrası dünyada, makro ihtiyatlı önlemlerin güçlendirilmesiyle para politikası daha etkili hale gelir. ABD özelinde Dodd-Frank Yasası gibi reformlar, bu entegrasyonu sağlar.

Kredi büyümesinin risk birikimine yol açması, düşük faiz oranlarının bir sonucu olarak tanımlansa da, faizin düşüklüğü, risk birikimi ve kredi büyümesi için uygun metrikler gereklidir. Metrikler olmaksızın yapılacak düzenleme ve ezbere önlemlerin karşısında simülasyona ve senaryolara dayalı önlem setleri koyulmalıdırç

Bu, herhangi bir makro ihtiyatlı uygulamanın hayata geçirilmeden önce veya uygulandığında, finansal sistem üzerindeki olumlu ve olumsuz etkilerinin test edilmesi gerektiğini ima eder. Test süreci, ABD özelinde   Dodd-Frank Yasası ile kurulan Finansal İstikrar Gözetim Konseyi (FSOC) gibi mekanizmalar aracılığıyla veri toplanması ve analiz edilmesiyle desteklenir. Bu veri toplama süreci, uygulamanın yararlarını (örneğin, sistemik risklerin azalması) ve potansiyel olumsuz sonuçlarını (örneğin, kredi piyasalarında daralma) değerlendirmek için temel bir araçtır   

Makro ihtiyatlı önlem kavramının tanımlanması ve içselleştirilmesi için önemli bir kaynak, Claudio Borio’nun 2003 tarihli çalışmasıdır. Borio,   Finansal sistemdeki büyük çaplı sorunları yani sistemik riskleri  önlemeye odaklanır. Amaç, finansal krizlerin reel ekonomiye (örneğin, iş kayıpları veya ekonomik küçülme) zarar vermesini engellemektir. Borio, bunu “sistem genelinde finansal sıkıntıyı sınırlamak” olarak ifade eder. Bireysel bankaların veya kurumların sağlamlığına odaklanan mikro ihtiyatlı yaklaşımdan farklı olarak, makro ihtiyatlı yaklaşım, tüm finansal sistemin sağlığına bakar ve kurumlar arasındaki bağlantıları dikkate alır. Tek tek kurumların risklerinden ziyade, sistemin bütününde ortaya çıkan riskler (örneğin, kredi balonları veya piyasalardaki çöküşler) ele alınır.

İçsel Risk Anlayışında Risklerin finansal sistemin kendi davranışlarından kaynaklanması üzerinde durulur. Örneğin, ekonomik büyüme döneminde aşırı kredi artışı risk yaratır.

Karşı-Döngüsel Önlemler Ekonomik yükselişlerde riskleri azaltmak için sermaye tamponları gibi araçlar kullanır; düşüşlerde ise bu tamponlar serbest bırakılır.

Sistemik Önem Taşıyan Kurumlar ve  Büyük bankalar gibi sistem için kritik olan kurumlar daha sıkı denetlenir.

 

Borio özelinde  mikro ihtiyatlı ile makro ihtiyatlı arasındaki temel ayrım  “Makro ihtiyatlı önlem, sistemin istikrarını korur; mikro ihtiyatlı önlem bireysel kurumların güvenliğini sağlar” şeklindedir.

Risk Bakışında Makro ihtiyatlı bakış risklerin sistem içinde yayılabileceğini kabul eder; mikro ihtiyatlı yaklaşım sadece bireysel kurum risklerine odaklanır.

Özet olarak Makro ihtiyatlı, sistemin tamamından bireye bakar; mikro ihtiyatlı, bireyden sisteme doğru ilerler.

 

Borio’da kavramı mikro ve makro eksende tanımlar. Mikro denetimin veya güvencelerin yetersiz olduğu noktada devreye giren kavram, makro ihtiyatlı boyuttur. Borio ayrıca çerçeveye iki temel eksen ekler.

 

Kesit Boyutu: Finansal sistemdeki tüm kurumlar (bankalar, sigorta şirketleri, piyasalar) kapsama alınır. Büyük ve bağlantılı kurumlar daha sıkı kurallara tabidir.

Zaman Boyutu: Ekonomik döngülerin riskleri artırıcı etkisini azaltmak için önlemler alınır.  

 

Borio, finansal istikrarı sağlamak için makro ihtiyatlı çerçevenin, mevcut düzenleme yaklaşımlarına göre daha etkili ve bütüncül bir çözüm sunduğunu vurgular. Mevcut düzenlemelerin, özellikle mikro ihtiyatlı odaklı yaklaşımların, sistemik riskleri yeterince ele alamadığını belirtir. Finansal sistemdeki içsel riskler (endogenous risks) ve döngüsel dalgalanmalar (procyclicality), geleneksel düzenlemelerle yönetilemez; bu nedenle makro ihtiyatlı bir paradigma değişikliği gereklidir.

 

Borio’nun ünlü ifadesi, “Hepimiz (bir dereceye kadar) makro ihtiyatiyiz”  mevcut düzenlemelerde bile makro ihtiyatlı unsurların var olduğunu, ancak bunların sistematik bir çerçeveye oturtulması gerektiğini vurgular.

Schoenmaker ve Wierts (2016), makro ihtiyatlı denetimin, finansal sistemin bütününü gözeten bir yaklaşım olarak, bireysel finansal kurumların denetimini tamamlayıcı bir rol oynadığını savunur. 2008 küresel finansal krizi, finansal dengesizliklerin birikmesiyle sistemin kırılgan hale geldiğini göstermektedir. Bu dengesizlikler genellikle kredi patlamaları ve kaldıraç döngüleriyle bağlantılıdır. Finansal döngü, bu dengesizlikleri ölçmek için temel bir değişken olarak tanımlanır ve makro ihtiyatlı politikaların bu döngüyü kontrol altına almak için tasarlanması gerektiği vurgulanır.

Mevcut mikro ihtiyatlı yaklaşımlar, sistemik riskleri göz ardı ederek “kompozisyon yanılgısı”na (fallacy of composition) düşer. Bu yanılgıyı gidermenin yolu   makro   bakış açısını gerektirir.

Finansal döngünün ölçülmesi için kredi büyümesi ve konut fiyatları gibi orta vadeli göstergeler kullanılmalıdır. Bu durum, tek tip bir para politikasının finansal dengesizlikleri artırabileceğini ve makro ihtiyatlı politikaların genel bazda uygulanması gerektiğini vurgular. Finansal döngüyü kontrol altına almak için karşı-döngüsel bir kaldıraç oranı söz konusudur ve bu oran, finansal sistemin tümüne uygulanmalıdır. Kaldıraç oranı, bankalarla sınırlı kalmayıp,  diğer finansal kuruluşlara da teşmil edilmelidir. Avrupa Merkez Bankası (ECB) ve Avrupa Sistemik Risk Kurulu (ESRB), bu politikaların uygulanmasında kilit bir rol oynamalıdır. Makro ihtiyatlı politikaların, para politikasına benzer şekilde sistematik, şeffaf ve hesap verebilir bir şekilde uygulanması gerektiği belirtilir.

Asya ülkelerindeki makro ihtiyatlı önlemler olarak öne çıkan başlıklar şunlardır:

Kredi Genişlemesini Sınırlama ve Kredi büyümesini kontrol etmek için rezerv gereksinimleri ve kredi tavanları gibi araçlar kullanılacaktır

Kredi Kalitesini Koruma ve Sağlam kredi uygulamalarını sağlamak için kredi-değer oranı (LTV), borç-gelir oranı ve döviz uyumsuzluklarına yönelik sınırlar hayata geçecektir.

Banka Dayanıklılığını temin etmek için Sermaye yeterlilik gereksinimleri ve yabancı borçlanmalara kısıtlamalar yoluyla bankaları bilanço şoklarına karşı güçlendirme planlanacaktır.

 

Bu önlemler, stres testleriyle sınanırken, sürecin bir kredi daralmasının olumsuz sonuçlarıyla yüzleşmeye yol açmaması dikkate alınır.

IMF’in makro ihtiyatlılık tanımına dair çizdiği çerçeve, uygulamanın araç ve amaçları konusunda ise çok net bir tablo sunar:

Loan-to-value (LTV) oranı üst sınırı: Kredi-değer oranı üst sınırı.

Vade uyumsuzluğu limitleri: Vade uyumsuzluğu sınırları.

Debt-to-income (DTI) oranı üst sınırı: Borç-gelir oranı üst sınırı.

Rezerv gereklilikleri: Zorunlu karşılıklar.

Döviz cinsinden kredilere üst sınır: Yabancı para cinsinden kredilere üst sınır.

Karşı-döngüsel sermaye gereklilikleri: Döngüsel risklere ilişkin sermaye gereklilikleri.

Kredi veya kredi büyümesine tavanlar: Kredi büyümesinde gözlenen aşırılıkların sınırlanması önlemleri

Zamanla değişen/dinamik karşılık ayırma: Statik olmaktan çok dönemsel ve belirlenen eşiklere göre artan ve azalan sermaye rezervleri.

Net açık döviz pozisyonları/döviz uyumsuzluğu limitleri: Döviz Pozisyon risklerine karşı alınan önlemler.

Kâr dağıtımı kısıtlamaları: Sermayeyi destekleyecek şekilde Kâr dağıtımına yönelik kısıtlamalar.

 

Makro ihtiyati çerçeve sınırları gerek teorik gerekse pratik bağlamda iyi çizilmiş bir kurgu olarak görülmektedir. Bu çerçevede tek bir amaç vardır finansal sistemin sağlıklı durumunu korumak. Sistem işleyişinde aksamaların oluşmasının önüne geçmek.

 

 

Bu kapsamda önlemlerin uygulanmasında izlenecek akış ve kaçınılması gerekenler şu şekilde ifade edilmiştir:

Parametreleri Değişen Koşullara Göre Ayarlayın: Ekonomik döngülere veya yeni risklere uyum sağlamak için makro ihtiyatlı araçların parametrelerini (örn. sermaye tamponları, LTV oranları) gerektiğinde ayarlayın.

Sağlam ve Şeffaf İlkeler Tasarlayın: Ayarlamaların nasıl yapılacağına dair net, şeffaf ve tutarlı kurallar belirleyin. Bu, güvenilirlik ve öngörülebilirlik sağlar.

Eylemsizlik Riski Yüksekse ve Kapasite Zayıfsa Kullanın: Risk yönetimi ve denetim kapasitesi sınırlıysa, kurallara dayalı makro ihtiyatlı araçlar (örn. sabit sermaye gereksinimleri) kullanarak eylemsizlik riskini azaltın.

Derin Yapısal Değişiklikler ve Hızla Evrilen Riskler Olduğunda Kullanın: Hızlı değişen veya karmaşık risklerle karşılaşıldığında, esnek ve duruma özgü araçlar kullanın.

Risk Tek Bir Kaynaktan Geliyorsa Tekli Araç Kullanın: Risk iyi tanımlanmış ve tek bir kaynaktan geliyorsa (örn. konut kredileri), tek bir hedefli araç (örn. LTV sınırı) uygulayın.

Granüler Veri Yoksa ve Riskler Genelleşmişse Geniş Tabanlı Araçlar Kullanın: Veri eksikliği veya yaygın riskler varsa, geniş tabanlı araçlar (örn. genel sermaye tamponları) uygulayın.

Kaçınmayı Sınırlamak için Geniş Tabanlı Tedbirlerle Destekleyin: Hedefli araçların etkisini artırmak ve kaçınma riskini azaltmak için gerektiğinde geniş tabanlı önlemlerle tamamlayın.

Çatışmaları Çözmek için Mekanizmalar Kurun: Makro ihtiyatlı politikaların diğer politikalarla (para politikası, maliye politikası) uyumunu sağlamak için çatışma çözüm mekanizmaları oluşturun.

Net Hesap Verebilirlik ve Yönetim Düzenlemeleri Atayın: Politika uygulamasında kimin sorumlu olduğunu netleştiren yönetim yapıları kurun.

 

Yapılmaması Gerekenler:

Müdahale Hakkını Abartmayın: Aşırı esneklik veya keyfi kararlar, şeffaflığı ve öngörülebilirliği azaltabilir; bu nedenle müdahale yaklaşımı sınırlı ve kontrollü kullanılmalıdır.

Çoklu Araç Kullanımını Abartmayın veya Yüksek Maliyetler Dayatmayın: Çok fazla araç kullanımı veya aşırı maliyetli politikalar, finansal kurumlar ve ekonomi üzerinde gereksiz yük oluşturabilir.

Aşırı Karmaşıklıktan Kaçının: Özellikle hedefli araçlar kullanılırken, politikaların uygulanması ve anlaşılması kolay olmalıdır; aşırı karmaşık tasarımlar etkinliği azaltabilir.

 

IMF raporunda kaçınılması tavsiye edilen unsurlar, yani karmaşıklıktan, çoklu araç kullanımından ve müdahale hakkının aşırı kullanımı, akılda tutulması gereken başlıklar olarak yerini alır. Bu unsurlar, Türkiye sistematiğinde kural oluşturma metodolojilerinde sıkça karşımıza çıkmaktadır.

IMF raporu, makro ihtiyatlılık kavramının içeriğini tanımlamada oldukça net bir çerçeve sunar. Buna bağlı olarak amaç, analitik kapsam ve araçlarla ilgili şu hususlar ifade edilir:

Amaç: Finansal hizmetlerin sağlanmasında yaygın aksamaların riskini sınırlamak ve bu tür aksamaların ekonomi üzerindeki etkisini en aza indirmektir. Sistemik risk, büyük ölçüde ekonomik ve finansal döngülerdeki dalgalanmalar ve finansal kurumlar ile piyasalar arasındaki bağlantılılık derecesi tarafından yönlendirilir.

Analitik Kapsam: Odak, bireysel bileşenler yerine finansal sistemin bütünü (finansal ve reel sektörler arasındaki etkileşimler dâhil) üzerinedir.

Araçlar: Esas olarak sistemik riski hedeflemek için tasarlanmış ve kalibre edilmiştir. Çerçevenin parçası olan diğer araçlar, sistemik riski hedeflemek amacına ilişkin olarak  yönetim düzenlemeleriyle özel olarak belirlenmelidir.

 

Yukarıda belirtilen çerçeve, makro ihtiyatlı önlem kavramının sınır, hedef ve araçları konusunda ayrıntılı bir tablo sunar. Özellikle, kredinin belirli bir ayrıma tutulmaması ve kredi araçlarının sınırlılığı dikkat çeker. Bireysel kredi için ayrı, ticari kredi için ayrı bir makro ihtiyatlı set bulunmaz. Kredinin büyümesi veya daralması bir bütün olarak ele alınır. Ayrıca, krediye dair sınırlamalarda verilen temel iki örnek, kredi/değer (LTV) oranı ve borç/gelir (DTI) ilişkisidir. Bu iki başlığın bu şekilde yer alması, makro ihtiyatlı önlemlerin çıkış nedeni ile bu unsurların kesişmesinden kaynaklanır. 2008 ABD veya diğer adıyla subprime krizi, borçlanmada sınırların hiçe sayılması ve kredi değerliliği olmayan kesimlerin krediyle buluşturulmasıyla ortaya çıkmıştır. Bu durum, iki nedene dayanıyordu: Bir yanda gelir yetersizliği içindeki kesimlerin kredilendirilmesi (DTI oranında aksaklık), diğer yanda bu kesimlerin öz kaynak koymadan kredi kullanmasına izin verilmesi(LTV düzensizliği). Kredi yönetiminde temel aksama noktaları açık ve net biçimde tanımlanmaktadır. Finansal sistemin kredi ile hasar görmesinde kredinin gelir ile uyumsuzluğu ve öz kaynak içermeyen varlık finansmanları sorunlu alanlar olarak görülmektedir.

İç tutarlığı bulunan bu iki alanın dışında spesifik olarak bir kredi bileşeninin müdahale eksenine yerleştirilmesi öngörülmemektedir.

Bu çerçede makro ihtiyatlı önlem niteliğinde; çıkış sebebi ve etkileri göz önüne alınmadan yapılacak uygulamaların, sistemik hasarlara ve ekonomide dengesizliklere yol açacağı belirtilir. Ekonomide kamunun etkinliği ve makro ihtiyatlı modellerin kamusal gücün tekeli içinde hem yarattığı hem de karşılaştığı meydan okumalar, bu uygulamaları değersiz kılabilir.

Makro ihtiyatlı modelin, ulusal bankacılık sisteminin kendi iç yapısına, sosyolojik ve tarihsel gelişmelerine uygun olarak gelişen ürünlerine ve kurgusuna  karşı bir yapıda tanımlanması, risk yaratabilir.

Makro ihtiyatlı önlem kavramının gerek tanım gerekse içerik olarak kabul görmüş çerçevesine göre  uygulamanın hedefinde finansal kurumların ve bunun üst yapısı olan finansal sistemin istikrarı bulunur. Finansal sistemin istikrarını oluşturan pek çok boyut vardır ve finansal kurumlar bunun alt kümesi olarak yer alır. Finansal kurumların sistemik bir istikrarsızlığa yol açmasına ilişkin olarak sistemik düzeyde öne çıkan alanlar bulunur. Bunların başında gayrimenkul sektöründeki dengesizlikler gelir.

Gayrımenkul finans sisteminde başat bir varlık olarak yerini alır ve varlık fiyatları deyince ilk akla gelen kavramdır. Varlık fiyatlarındaki dalgalanma ve yukarı yönlü hareketler uzun vadede sistemik riske kapı açmaktadır.

Öte yandam makro ihtiyatlı önlemin sisteme entegre edilirken aşırı düzenlemeden, karmaşıklıktan ve görevler arası rol karmaşasından kaçınılması gerektiği belirtilmişti. Bu noktada Makro ihtiyatlı önlem literatüründe yer alan bir diğer önemli başlık, simülasyon ve test senaryolarıdır. Kavram üzerinde çalışan araştırmacılar ve politika yapıcılar   test ve simülasyonun altını önemle çizmişlerdir. Simülasyon ve sağlıklı test sonuçları olmaksızın yapılacak uygulamaların, istenen sonuçları vermekten uzak kalacağı üzerinde geniş bir mutabakat söz konusudur. Doğru aracın ve buna uygun simülasyonun yapılması kadar, buna ilişkin iletişimin de doğru kurgulanması gerekir. Piyasa aktörleri, yapılan uygulama ve bunun boyutları ile gerekçeleri konusunda bilgilendirilmeli, önlemler bunun akabinde uygulanmalıdır.

Özellikle para politikası araçlarının makro ihtiyatlı önlem olarak kullanılmasından ve bunun tersinden kaçınılması gerektiği vurgulanır. Makro ihtiyatlı önlemlerin para politikası aracı olarak kullanılması konusunda en açık sözlü örnek, Erdem Başçı’nın tanımlamasında görülür. Başçı’nın açık sözlü tanımıyla sınırlı olmayacak şekilde, Türkiye örneğinde makro ihtiyatlı önlem çerçevesinin ve kurgusunun izlediği yol, iletişim ve şeffaflık bakımında iyi uygulamaların tam aksi bir pratiği işaret eder. Dünyadaki genel tanımların ve uygulama pratiklerinin dışında ilerleyen makro ihtiyatlı önlem setlerinin hedefinde, Başçı’nın vurguladığı faizi düşük tutmanın yanı sıra pek çok para ve maliye politikası hedefi yer alır. Türkiye uygulamasında makro ihtiyatlı önlem kavramı, anlamsal bir dönüşüm geçirmiş ve finansal istikrarı sağlama hedefi, çok daha farklı bir içerikte yer almaya başlamıştır.

Kredi büyümesi, ekonomide bir makro ihtiyatlı parametre olarak izlenmelidir. Ancak bireysel kredi-ticari kredi arasında bir tercih yapılması ve Türkiye örneğinde olduğu gibi birinin diğerine üstün tutulması, makro ihtiyatlı önlemleri karmaşıklaştırır.

Seçici kredi pratikleri sıkça vurgulanan bir başlık olarak yer almaktadır. Bu noktada seçici kredi pratiklerinin başlangıçta makro ihtiyati önlem olarak hayata geçtiği  dikkate alınmalıdır. Akabinde birer finansal politika aracı olarak krediler arasında ayrıma gidilmiş ekonomide fayda sağlayan/sağlamayan kredi başlıkları a priori olarak ifade edilmiştir. Buna göre bir uçta ihracat geliri sağlayan şirketler diğer uçta bireysel finansman ihtiyacı olan şeklinde bir alternatifleme ortaya konmuştur. Bu seçimli sistemde finansmanda öncelik ve daha ucuz kaynaklar birincisi için sağlanırken ikinci kesim bırakın faiz indirimini ilave vergi ve fonlarla ekstra maliyetlerle yüzyüze bırakılmıştır.

Faizlerin yüksek seyretmesine karşın KKDF ve BSMV oranlarında yapılan artışlar bireysel finansman üzerindeki kamusal yükü artırmış, devlet pek çok ülkedeki faiz oranını dahi aşan oranlarda kredilere maliyet yükü bindirir konuma gelmiştir.

 

Söz konusu önlemlerin ekonomide kaynakların verimli kullanım gerekçesi ile alındığı ifade edilse de ekonomide bütünlüğü bozan bu kabil uygulamaların finansal sisteme fayda sağlayacağına dair bir öngörüye sahip olmak olası değildir.

Türkiye uygulamasında ekonomi yönetiminin tercihleri doğrultusunda oluşturulan makro ihtiyati çerçeveyi tanımlayan temel nitelik esas olarak keyfilik ve tek taraflı diktasyon niteliği taşımaktadır.

 

Türkiye pratiğinde, makro ihtiyatlı önlem kavramının içinin farklı şekilde doldurulduğu görülür. Makro ihtiyatlı önlem, öncelikle finansal kurumların sürdürülebilirliğini ve sağlığını garanti etmeyi amaçlar. Bu yolla finansal istikrara katkı sağlar. Finansal kurumların ekonominin geneline vereceği zararın azaltılması veya zamanında müdahaleyle oluşumunun engellenmesi hedeflenir. Ancak bu zararlar, finansal kurumların olağan faaliyetlerinden kaynaklanmaz. Finansal kurumların marjinal alanlara yönelmesi veya sistematik olarak istikrar bozucu bir alana ağırlık vermesi durumunda, kendi finansal bütünlüklerini bozmaları söz konusu olur. Bu bozulma, doğrudan genel ekonomiyi tehdit edebilecek sonuçlar doğurur. 2008 krizinde tam da bu durum yaşanmıştır. Bankalar, düşük gelirli kesimlere konut kredisi vermiş, kurallara uymamış ve bunu sistematik olarak yapmıştır. Kriz sonrasında çözüm, kredi verirken daha itidalli olunması, oto finansman ve gelir-borç dengesine riayet edilmesi olarak belirlenmiştir. Konut, niteliği gereği pahalı bir metadır. Konut finansmanı için sağlanan kredilerde yaşanan olumsuzlukların, ekonomi genelinde sorun yaratması şaşırtıcı değildir. Ayrıca, kurumların birbirini tetikleyen olumsuzluk potansiyelleri de üzerinde durulması gereken bir detaydır. Bir kurum kötü krediler vermiş, diğeri bu kredileri satın alıp paketlemiş, üçüncü bir kurum ise bu paketi dünya çapında pazarlamıştır. Kurumlar arasındaki bu bağ, oluşan zararı büyütmüştür. Bu rakamlar, sektör geneline ve sonrasında ekonominin bütününe zarar verecek düzeye ulaşmıştır. Makro ihtiyatlı önlemin, finansal kurumların korunması üst başlığı olmaksızın finansal istikrar için kullanım şeklinde tanımlanması, Türkiye’de dünyada örneği görülmedik şekilde finansal kurumların faaliyetleri ve ürünlerin kullanımı ile finansal istikrar arasında bir bağ oluşturmuştur. Türkiye’de makro ihtiyatlı önlemlerin içinde, dünyada benzerleri olan uygulamalar yer alsa da, sadece Türkiye’ye özgü veya benzeri  çok nadir olan uygulamalar, sıradan bir politika bileşeni olarak içselleştirilmiştir. Uygulamaların makro ihtiyatlı bağlamda finansal kurumların sağlığına etkisine dair simülasyon veya test senaryoları yerine, uygulamanın ülke ekonomisinde sağlayacağı faydalar (ithalatın azalması, tüketici harcamalarının azalması vb.) esas alınmıştır. Bu düzenlemeler, kamu maliyesini, dış ticaret tercihlerini, döviz kuru politikasını veya faiz politikasını ilgilendiren başlıkların çözümüne yönelik kullanılmıştır. Türkiye’de makro ihtiyatlı önlem kavramının içeriksizleşmesine yol açan bu süreç, finansal kurumlarda istikrarsızlığa ya da 2008 benzeri bir mortgage krizine yol açmamıştır. Ancak ekonominin genel dengesine müdahale eden ve bankacılık sektörünü baskı mekanizması altında faaliyet göstermeye zorlayan bu durum, ülke ekonomisinde olumsuzluklara yol açmış veya olumlu uygulamaların önünde bir kısıt oluşturmuştur.

Makro ihtiyatlı önlemlerin ekonomideki istikrar sorunlarına çare olarak önerildiği bir yapı içinde, bu sorunların kök nedenlerine inme konusunda yeterince istekli olunmayacağı kuşkuları doğar. 2021 ve sonrasında, Türkiye ekonomisinde tüm makro finansal parametreler üzerinde etkisi olan kararlar ve bunların sonuçları öne çıkmaktadır. Makro ihtiyatlı önlem kavramında ana istikrar hedefleri arasında yer alan konut fiyatlarındaki artışla gelinen nokta ise  politika tercihlerinin yapısal olarak sorgulanmasını gerektirir. Türkiye ekonomisinde, bankacılığın gelişimi ve dengeli ilerleyişi ile finansal istikrar arasındaki ilişki, 2011 sonrasında başlayan ve giderek yoğunlaşan, makro ihtiyat alt başlığı içine sıkışan ekonomik ajanda ile bozulmuştur.

Finansal istikrar parametrelerindeki algının bankacılığa odaklanması ve bu odaklanmanın, bankacılıkta sağlanan kazanımların farklı alanlarda kullanılabileceği kanısını güçlendirdiği söylenebilir. Bununla ilgili olarak sektörün büyümesi yavaşlarken kamu bankalarının aldığı payın artması bu kanıyı güçlendiren bir veridir.

Türkiye ekonomisinde, bankacılık alanındaki dengeli gelişimin bozulması ile iktisadi istikrarın bozulması arasındaki korelasyon, göz ardı edilemeyecek kadar belirgindir. Ekonomide, makro ihtiyatlı önlemlerle yürütülen iktisadi tercihlerin,   genel dengeye hasar verdiği, piyasa ekonomisinin işleyişini zedelediği ve bunun istikrar bozucu sonuçlara yol açtığı geniş bir çerçevede kanıtlanamazsa da, bu politikaların etkileri göz ardı edilemez.

Türkiye ekonomisinin, yüksek faiz başta olmak üzere içine düştüğü iktisadi sorun ve sınırların kökeninde, yanlış kurgulanmış modellerin etkisi olduğuna dair güçlü kanıtlar bulunur.

Türkiye özelindeki uygulama örnekleriyle makro ihtiyatlı ve karşı-makro ihtiyatlı kapsam, Türkiye iktisat politikalarında temel bir yanlış kurgunun hayata geçtiği tezini ortaya koymaktadır. Bankacılığın mikro denetim alanına ilişkin unsurlara, makro ihtiyatlı önlem adı altında otorite tarafından müdahaleye edilmesi, 2021 ve sonrasında belirginleşen iktisadi olumsuzluklarla dolaysız biçimde ilişkilidir.

Mikro denetim ve işleyişe dair konuların, genel ekonomik istikrar gerekçesiyle düzenlenmesi, kısıtlanması ve yasaklanmasıyla gelişen bu sürecin, ülke ekonomisinde yaşanan olumsuz süreçlerle bağı olduğu düşüncesi temelsiz değildir.

Bir Merkez Bankası başkanının, faizlerin olması gerektiği düzeyden düşük olduğunu bilmesine rağmen, bunun olumsuzluğunu giderecek çareyi makro ihtiyatlı önlemde bulduğunu ifade etmesi, sürecin en net ifadesini verir. Diğer tüm faktörler sorunsuz olsaydı dahi Erdem Başçı’nın “faizi olması gerekenden düşük tutabiliyoruz” ifadesi kendi başına sorgulanmayı ve değerlendirilmeyi gerektirecekti.

 

Makro ihtiyatlı sıkılıktan anlaşılan, kredi alanındaki düzenlemeler olsa da, aynı (düşük) faiz oranının kaynak sağlayanlar için de geçerli olduğu unutulmamalıdır. Bu yalın gerçeği görmekten alıkoyan finansal miyopluk özünde ekonomide sorgusuz biçimde uygulanabilen baskıcı uygulamaların sonucudur.

Türk bankacılık sisteminin 2001 sonrası hızlanan gelişim trendini   dünyadaki yerini, 2010’ların başından itibaren reel olarak geliştirememesi, başlı başına bir ekonomik sorun olarak değerlendirilmelidir.

Bu ve benzeri sorunların tüm cevaplarını bir arada bulmak mümkün olmasa da, Türk ekonomisinin uzun bir dönem boyunca yoğun şekilde uygulanan ve uygulanmaya devam eden bu politikalardan etkilendiği göz ardı edilemez. Makro ihtiyatlı politika adı altında, bankacılık sisteminin kendi iç dinamiklerine müdahale anlamına gelen uygulamaların geniş çaplı değerlendirmesi önem arzetmektedir.

 

TÜRKİYE’DE MAKRO İHTİYATİ ÖNLEM UYGULAMALARI

Basel Uzlaşısı ve 2001 Krizi Sonrası Reformlar

Türkiye’de, Basel Uzlaşısı çerçevesinde makro ihtiyatlı önlem setleri, 2008 krizinden önce, 2000’li yılların başında hayata geçirilmeye başlanmıştır. Bu önlem setleri, esasen Basel sermaye tanımlarına uygun aktif yönetimi esaslarını bankacılık sistemine entegre etmeyi hedeflemiştir. Bankacılıkta, aktiflerde kredi ve kredi benzeri varlıklar ile pasifte sermaye tanımları konusunda yeknesaklık sağlanması amaçlanmıştır. Bu dönemin 2001 krizinin hemen ertesine denk gelinmesi ve bankacılık denetiminde Derviş Planları ile paralel düzenlemelerin hayata geçirilmesi dikkat çeker.

Türk bankacılık sistemi, uzun süre Tasarruf Mevduatı ve Sigorta Fonu (TMSF) bünyesinde denetlenmiş; ancak 2001 krizinde bu denetimin yetersizliği, ampirik gelişmelerle teyit edilmiştir. 1994’te üç bankanın batışının ardından, 2001 krizinde batan bankaların çeşitliliği ve batış nedenlerinin farklılığı, Türk bankacılık sisteminde esasen bir mikro denetim zaafiyetini göstermiştir.

Bu dönemde, sorunlu hale gelip faaliyetine son verilen bankaların, temel olarak kötü yönetim ve iç usulsüzlüklerden etkilendiği konusunda genel bir mutabakat vardır. Batış aşamasına gelen finansal kurumların, banka sahiplerinin kendi içlerinde veya benzer banka sahipleriyle kurduğu ilişki ve yöntemlerle finansal sorunlar yarattığı anlaşılmaktadır. Bu sürecin detaylı incelemesini yapan ve kamu zararını bertaraf etmeye çalışan ekonomi yönetimi, temel çözüm olarak bankacılıkta denetim mekanizmasını güçlendirmiştir. BDDK’nın kuruluşuyla, Basel Uzlaşısı’nın kural ve kısıtlamaları eş zamanlı olarak içselleştirilmiştir. BDDK’nın denetim mekanizması iyileştirilirken, kredi ve sermaye başlıklarında 2001 krizinin deneyimleri doğrultusunda usulsüz işlemlerin önüne set çekilmiştir.

Firma ve Teminat Derecelendirme

Türkiye, sorunlu gördüğü alanları adresleyen makro ihtiyatlı önlemlere, ABD krizinden yaklaşık on yıl önce başlamış ve yaşanan yerel finansal olumsuzluklardan aldığı dersi başarıyla uygulamıştır. Kredilerin, yani aktiflerin sınıflandırılması yapılmış; sermaye ile krediler arasındaki ilişki, özellikle olası kayıp hesaplarıyla muhafazakâr bir şekilde hesaplanabilir hale gelmiştir.  

Türkiye’de bankacılık sistemi, firma/teminat ve kredi derecelendirme modelleriyle, kullandırılan kredi ile sermaye arasındaki ilişkiyi, daha kredi tahsis aşamasında belirler duruma gelmiştir.

Bu, daha açık ifade edilirse; bir kredinin tahsisinde, öncelikle krediyi kullanan firmanın mali ve diğer bilgileri değerlendirilerek bir risk derecesi oluşturulmasıdır. Bu derece, en risksizden en riskliye uzanan bir skalada firmaları sıralar. Kredi kullanımında risk eşiği belirlenerek, belirli bir risk seviyesinin üzerindeki firmaların kredi kullanımı engellenir. Firmaların göreli bir yapı içinde yer alması, bu alandaki olası tartışma ve çatışmaları önler. Firmalar, birbirlerine göre konumlandırıldıkları için daha iyi ya da kötü olmanın kriterleri net bir şekilde ortaya konabilir.

Basel Uzlaşısı çerçevesinde, teminatların rolü de sisteme entegre edilmiştir. Teminatlar, kredinin geri ödenmesinde zorluk yaşandığında devreye girer. Ancak teminatların etkinliği de farklılık gösterir. Alınan teminatın objektif değeri ve krediyi karşılama kapasitesi, değerlendirme kriterleri arasında yer alır.

2002 sonrası, bankacılık sistemini iyileştiren düzenlemelerde, teminatların sınıflandırılması özel bir önem taşımıştır. Firma kredi derecesi ile teminat derecesinin birleşimi, kredi derecesini oluşturmuş ve bir kredinin tahsis aşamasında olası zarar yaratma kapasitesini göstermiştir.

Firma/teminat dereceleriyle kredi derecesine ulaşılması, kredi portföylerini sağlıklı ve tutarlı bir şekilde değerlendirme şansı vermiştir. Basel Uzlaşısı’nın ana omurgası olan sermaye yeterliliği konusunda, tartışılmayacak bir ortak çerçeve oluşturulmuştur.

 

2008 Krizine dair teğet geçme argümanının da en net açıklaması aslında bu önlemlerde saklıdır. Bu konuda sağlanan sıkı duruş dünya konjonktüründe yaşanan olumsuzlukların Türkiye ekonomisindeki etkilerini sınırlamıştır. Bu durum aslında Türkiye ekonomisindeki gelişmeleri dış faktör ağırlığında açıklama eğilimlerine de önemli bir karşı duruş olarak değerlendirilmelidir. Türkiye’de finansal sistemin en önemli gelişme gösterdiği alt dönemlerden birisi de 2008 kriziyle eş zamanlı ve bunu takip eden dönemlerdir. Bu dönemde dünya konut kredisi kaynaklı sorunlarla boğuşurken Türkiye bu alanda rekor rakamlara ulaşmakta ve konut kredisi tabana yaygın biçimde gelişme göstermektedir.

 

2002-2015: Türkiye’de Finansal İstikrar Dönemi

Türk bankacılık sisteminin, 2002’den 2015’e kadar yüksek büyüme ve ürün çeşitliliğine rağmen neredeyse hiçbir yapısal olumsuzluk yaşamaması, 2008 krizinin olumsuz etkilerinin, zamanın siyasi tanımıyla “teğet geçmesini” sağlayan bu çerçevenin başarısıdır. Türkiye ekonomisi, 2002’den itibaren istikrar deneyimini başlatmış ve 2004’teki paradan sıfır atma operasyonuyla bu istikrarı zirveye taşımak için altyapısını tamamlamıştır.

 

çizgi, yazı tipi, metin, öykü gelişim çizgisi; kumpas; grafiğini çıkarma içeren bir resim

Yapay zeka tarafından oluşturulmuş içerik yanlış olabilir.

metin, öykü gelişim çizgisi; kumpas; grafiğini çıkarma, çizgi, yazı tipi içeren bir resim

Yapay zeka tarafından oluşturulmuş içerik yanlış olabilir.

 

 

Cumhuriyet döneminin son 50 yılında eşi görülmemiş bir istikrar içinde büyüme örneği ortaya konmuştur. Bu dönemin başlangıcı 2002 sonrasına, bitişi ise 2015 öncesine tarihlenir; ancak anlatım kolaylığı için bu süreci istikrar içinde finansal büyüme dönemi olarak tanımlamak uygun olacaktır. Bu dönem, Türkiye’nin Cumhuriyet tarihi boyunca finansal ürünlerin nitelik ve nicelik açısından daha önce ulaşılmamış seviyelere çıktığı bir dönemdir. Önceki dönemlerde, Türkiye’de finansal ürünler, hem nitelik hem de nicelik açısından bu dönemle kıyaslanamayacak kadar sığ ve yetersizdir. 2002-2015 dönemindeki temel makroekonomik göstergeler, ekonomik istikrarın ana noktaların hemen her alanında sağlandığını göstermektedir. Aynı dönemde, finansal sektörün gelişimi, bu istikrara eşlik eden bir büyüme sergilemiştir. Finansal büyümenin niceliksel yanının yanı sıra, niteliksel dönüşüm de dikkat çekicidir. 2002-2015 döneminde, hane halkı finansal derinliği hiç olmadığı kadar gelişmiş ve bireysel bankacılık ürünleri büyük bir ilerleme kaydetmiştir. Bu süreç, 2002 ve öncesinde Türkiye finansal sistemine dair değerlendirmeler açısından bir başarı hikâyesi ve beklentilerin hayata geçişi olarak tanımlanabilir.

Türk Bankacılık Sisteminde İnovasyon

Türkiye ekonomisinin 2000’li yıllar öncesinde belirlenen iki temel yapısal zayıflığı, 2000’li yılların özellikle ilk on yılında hızla telafi edilmiş ve Türkiye ekonomisi, daha önce karşılaşmadığı makro rasyolarla tanışmıştır. Bu rasyolar, mevduatın krediye dönüşüm oranı ve hane halkı borçlanma miktarıdır.

 

metin, çizgi, ekran görüntüsü, yazı tipi içeren bir resim

Yapay zeka tarafından oluşturulmuş içerik yanlış olabilir.

metin, çizgi, öykü gelişim çizgisi; kumpas; grafiğini çıkarma, yazı tipi içeren bir resim

Yapay zeka tarafından oluşturulmuş içerik yanlış olabilir.

 

 

metin, öykü gelişim çizgisi; kumpas; grafiğini çıkarma, ekran görüntüsü, çizgi içeren bir resim

Yapay zeka tarafından oluşturulmuş içerik yanlış olabilir.

metin, öykü gelişim çizgisi; kumpas; grafiğini çıkarma, ekran görüntüsü, çizgi içeren bir resim

Yapay zeka tarafından oluşturulmuş içerik yanlış olabilir.

 

Türkiye’de geleneksel olarak mevduat ve kredi arasındaki dağılım, mevduatın krediye nazaran çok daha yüksek olması şeklinde gerçekleşmiştir. Kredinin mevduata dönüşüm oranının, 2000’li yıllar öncesinde çok düşük olduğu bilinmekte ve bu, Türkiye açısından yapısal bir zayıflık olarak tanımlanaktadır. Gerek 1994 gerekse 2001 krizlerinde bankaların zor duruma düşmesi üzerinde durulmuş, ancak bu durumun arka planında kategorik olarak kredilerin geri dönmemesi yani kötü kredi kullanımı gibi bir neden spesifik olarak bulunmamıştır.

Krediler ancak banka grupları arasında karşılıklı işlem (back to back) vb. kaynaklı nedenlerin ağırlığında bankalara yapısal sorun yaratacak denli sorunlu konuma gelmiştir. Türk bankacılık sisteminin yaşadığı olumsuzlukların temelinde, bilanço uyumsuzlukları ve kamu kesimi borçlanmasının yarattığı dengesizlikler yer almıştır.

Bankaların, düşük getirili kamu borçlanma kâğıtlarını finanse ederken zorluk yaşaması, bu dönemde yaşanan en net örneklerden biridir. Hızlı artan faiz oranları bu düşük getirili hazine kağıtlarını finanse eden Bankaların sonunu getirmiştir.

2000’li yıllarda, Türk finansal sisteminde mevduatın krediye dönüşüm oranı yükselmiş ve kredi ile mevduat arasındaki makas hızlı bir şekilde kapanmıştır. Bu artış, kaynakların ekonomiye dönmesini sağlarken, finansal sistemin organik büyümesi anlamına da gelmiştir.

Mevduatın krediye dönüşümündeki pozitif  gelişimle birlikte, hane halkı borçlanmasındaki artış da önemli bir dönüşüm  oluşturmuştur. Hane halkı borçluluğu, Türkiye ekonomisindeki önemli fırsat alanlarından biri olarak tanımlanmış ve artış göstermesi bir beklenti olarak ifade edilmiştir.

Türkiye’nin 2000’li yıllar başlarken OECD ve gelişmekte olan piyasalar (EME) ülkeleri arasında hane halkı borçlanması açısından geride olması, finansal sistem için bir fırsat olarak görülmekteydi. Bu fırsat, bankacılık sisteminde sağlanan ürün gelişimiyle değerlendirilmiştir.

2000’ler öncesinde yüksek enflasyon, halkın tüketim alışkanlıkları ve finans konusundaki bilgi birikim yetersizlikleri, Türkiye’de bireysel bankacılığın gelişimini kısıtlamaktaydı. Düşen enflasyon ve bankaların proaktif ve yenilikçi yaklaşımları, bu dönemde bireysel bankacılığı hızlı bir gelişim temposuna soktu. Bireysel bankacılık alanında kredi ürünlerinin gelişimi, büyümeyi ivmelendirdi.

Bankalar, Basel Uzlaşısı çerçevesinde sağladıkları sermaye yastıklarını kullanarak, bireysel alanda büyüme fırsatlarını değerlendirdi. Türk bankacılık sisteminin bu alandaki başarılarında    Türk halkının sosyolojik özellikleriyle uyumlu ürün geliştirme becerisi de kendini göstermiştir.

Kredi Kartına Taksit Sistemi: Türkiye’de geleneksel olarak senetle yada senetsiz veresiye alışverişin yaygınlığı, bankaları bu konuda yenilikçi bir çözüme yöneltti. Bankalar, halkın taksitle alışveriş tercihini finansal bir ürüne dönüştürerek, kredi kartıyla taksitli alışverişi geliştirdi.

Bu uygulama, bankaların risk algısı içinde tahsis edilen kredi kartı limitlerinin daha geniş bir kullanım alanı bulmasını sağladı. Uygulamanın tüketimi körükleyeceği iddiası ise kendi içinde çelişki barındırmakta ve bu tür olumsuzluklara ilişkin kanıtlanmış saha çalışmaları bulunmamaktaydı.

Esas olarak kredi kartı, bir borçlanma değil, alışveriş ve işlem aracıdır. Kredi kartıyla yapılan taksitli alışverişin alternatifi, aynı malın vadeli olarak senet gibi araçlarla satılmasıdır. Bu durum, operatif unsurlar açısından daha olumlu bir çözüm olmaktan uzaktır. Makro ihtiyati önlem manzumesinde, kredi kartına taksit uygulaması hedef alınmıştır. Bununla beraber bu sistemin makro ihtiyati önlem setine dâhil edilmesine dair tutarlı bir gerekçelendirme görülmemektedir.

Bireylerin irrasyonel bir tutum içine girerek ödeyemeyecekleri kredi kartı harcamalarında taksitli mal alımını kullanacaklarına ilişkin herhangi bir bilimsel çalışma, test ve simulasyon bulunmamaktadır.

Bireylerin tüketim planlamalarını öne çekmeleri olası olsa da tüketimden vazgeçeceklerine dair bir bilgi bulunmamaktadır. Bankaların tahsis ettiği limitin, kullanıcılar tarafından daha çok kalıcı ürünlere harcanması, ödeme imkânını ve dolayısıyla sistemik riskin azalmasını ise destekler.

Kredi kartına taksitin pek çok alandan kaldırılarak işlemlerin daraltılmasının önceki bölümlerde tanımlanan Makro İhtiyati Önlem kurgusuyla bağ ve ilişkisinin bulumadığı görülmektedir.

Yaygın biçimde dayanıklı veya dayanıksız tüketimin kısa vadeli bir ödeme aracı ile karşılanması finansal sistemi riske atacak en son unsurlardan biri olarak görülmektedir.

Burada bankalar mikro denetimle kredi kartı limiti verirken kural dahilinde ve DTİ kurallarına uygun operasyon yapmaya yönlendirilebilir. Buna karşın alışverişin Kredi Kartı üzerinden yapılmaya yönlendirilmesinin finansal sisteme katkısı olası marjinal NPL düzeylerinin çok üzerinde olacaktır.

Kredi Kartı ile satış ülkenin yapısal bir sorun alanı olan kayıtdışılığın en önemli çözümüdür. Türkiye’de kamu otoritesi özellikle hizmet ticaretinde ve hizmet ticareti ile sınırlı kalmamak üzere tüm perakende alışverişte belge alma düzenini temin edememiştir. Böylesi bir durumda alışverişlerin kart üzerinden gerçekleşmesi sistemi kayıtdışılığın olumsuz etkilerinden çıkarabilmektedir.

Ticari işlemlerin Bankacılık sisteminden geçişini teşvik eden Kredi Kartı ile taksitli alışveriş sisteminin kısıtlanmasının Makro İhtiyati tedbir setine dahil edilmesi bu yönüyle anlamlı görünmek bir yana ihtiyat anlayışının tam karşısına konumlanmaktadır.

Bankacılık sisteminin taksit sisteminden zarar görmesi finansal sistemin bundan olumsuz etkilenmesi görüşü test ve simülasyona dayanmayan ekonomi yönetiminin farklı amaçla dikte ettiği bir uygulama olarak yer almaktadır.

 

 

Maaş Anlaşmaları ve Bireysel Kredi Türleri:

Türk bankacılık sistemi, kredi kartına taksit gibi yenilikçi ürünlerin yanı sıra, gelişmiş ülkelerde uzun süredir var olan bireysel kredi ürünlerinde de düşük enflasyonun sağladığı düşük faiz ortamında gelişmeler sağladı. Türk bankacılık sisteminin izlediği yolun temel sınırlayıcısı, risk algısı içinde büyüme ve pazar payı artışıydı. Rekabetin risk algısını değiştirmeyeceği dikkate alındığında, bankalar büyümek için uygun ürün geliştirme, hizmet kalitesi, hız ve inovasyona öncelik verdi. Bu bağlamda, ihtiyaç kredisi, ek hesap, taşıt kredisi ve konut kredisi olmak üzere dört temel kredi ürünü ve kredi kartı  üzerinde rekabet hayata geçti. İhtiyaç kredisi, en geniş hedef kitleyi amaçlayan üründü. Kişilerin gelirlerinin yetersiz olduğu durumlarda, gelecekteki gelirlerini güncel faiz oranından iskonto ederek nakit ihtiyaçlarını karşılama amacı taşıyordu. İhtiyaç kredisinin en önemli hedef kitlesi, maaş gelirine sahip kamu ve özel sektör çalışanlarıydı. Türk bankacılık sistemi, bu konuda yenilikçi bir yaklaşım sergileyerek, maaş anlaşmaları yoluyla kredi ihtiyacı olan geniş kitleleri portföyüne dâhil etmeyi tercih etti.

Maaş anlaşması, bankacılıkta veya başka bir sektörde az rastlanan bir müşteri kazanma yöntemi olarak öne çıkar. Türk bankaları, bu konuda rekabete dayalı ve peşin yatırım içeren bir yaklaşımı benimsemekten kaçınmamıştır. Bankalar müşteri kazanmanın bir yolu olarak kurumlarla belirli süreli anlaşma yoluna gitmişler, maaş ödemelerini devralma karşılığında çoğunlukla kurum çalışanlarına, bazı durumlarda ise özel şirketlere   doğrudan ödeme yapma yoluna gitmişlerdir.

Bu yaklaşım hizmetin üzerine para ödenerek yapılması yönüyle eleştirilebilir. Benzer bir örnek hemen hiçbir sektörde bulunmamaktadır. Türkiye örneğinde maaş anlaşması uygulaması hizmet satış mantığını tersine çevirmektedir. Burada hizmeti veren hizmeti alana peşin  ücret ödemektedir.

Bu sürecin temel motivasyon kaynağı hızla gelişen bireysel bankacılık alanıydı. Bankalar bu süreçte müşterilerin kendi rızaları ile maaşlarını aldıkları bankaların kredili ürünlerini kullanmalarını beklediler. Bu rasyonel beklenti büyük oranda karşılanırken büyüyen bireysel kredi pazarında pay artışının yolu maaş anlaşması yoluyla müşteri kazanmaktı. Bankacılık sisteminde o zamana dek benzeri pek bulunmayan bu uygulamalar esas olarak bankalara kısa yoldan en risksiz müşteri kesimini bünyelerine kazandırma imkânı vermekteydi.

Bankalar maaş anlaşması yoluyla değil yine benzer şekilde daha az risk içeren geniş bireysel müşterileri bünyelerine katacak şekilde benzer uygulamalar içine girebildiler. Bu uygulamalar arasında örneğin özel okul ödemelerinin üstlenilmesi gelmektedir. Çocuklarını özel okula gönderen aileleri banka müşterisi yapmanın yöntemi olarak hayata geçirilen bu kabil anlaşmalar yoluyla zaman içinde müşteri tabanı risk unsuru azalacak şekilde gelişebilmekteydi.

Kredi Risk Yönetimi

Yukarıda belirtilen inovatif gelişmeler Türk bankacılık sisteminde finansal istikrarı tehdit edecek düzeyde bir kredi geri ödeme sorunu oluşmadığını işaret etmektedir.   bankaların, kendi kural ve iç sistem çalışmaları ile doğru hedef kitleyi portföye dâhil etme çabalarıyla sorunsuz bir büyüme yolunda olduğunu göstermektedir. Türk bankacılık sistemi, 2000’li yılların ilk on yılında, bireyleri kredi ve bankacılık sistemine dâhil ederek önemli bir dönüşüm geçirmiş; krizlere dayanıklı, borç ödeme gücü olumlu ve teminat yapısını dikkate alan bir finansal aktif yönetimi tercih etmiştir. Türk bankacılık sisteminde bireysel kredilerin toplam kredi hacmindeki payı, 2002’den itibaren aşağıdaki grafikte görülmektedir. Grafiği yorumladığımızda, en önemli unsur, Türkiye’de bireysel kredilerin 2002’de neredeyse yok denecek düzeyden, toplam krediler içindeki payını yaklaşık %25’e taşımasıdır. Bu başarı, NPL (takipteki alacaklar) seviyesinin hiçbir zaman tehdit edici boyutlara ulaşmaması ile elde edilmiştir. Kredi bazında NPL seviyeleri, yıllar itibarıyla şu şekilde gelişmiştir:

 

metin, ekran görüntüsü, öykü gelişim çizgisi; kumpas; grafiğini çıkarma, çizgi içeren bir resim

Yapay zeka tarafından oluşturulmuş içerik yanlış olabilir.

 

 Özellikle konut kredilerinin NPL oranının hiçbir zaman %1’e bile ulaşmaması dikkat çekicidir. Bankacılık sisteminde en iyimser rasyolar bile %1’lik bir NPL oranını şaşkınlıkla karşılar. Bu, Türk bankacılık sisteminin konut kredisi kullandırımında marjinal alana taşmadığını ve kullandırımların usul ve uygulamalarının tutarlılığını teyit eder. Buna ilave olarak konutun Türk halkı için taşıdığı rol ve önem de bu duruma etki etmektedir. Türk halkı için konut kazanılması gereken bir  değer; kaybı ise telafisi olanaksız bir varlıktır. Türkiye’de bireylerin evle kurdukları ilişki ile örneğin ABD mortgage krizine yol açan süreçler arasında korelasyon bulunmaz.

Evin  sınıfsal olarak tercih edilmesi ve edinilen evin koşullar ne olursa olsun muhafazası esastır. Evin kaybedilmesi felakettir ve Türkiye sosyolojisi bunu göze almaz.

Konutun bir yatırım aracına dönüşerek enflasyonist dönemde enflasyonu ve alternatif tüm birikim seçeneklerini aşan düzeyde fiyat artışına uğraması ise sürecin çok daha farklı bir görünümü olarak yerini alır.

 

Türkiye ekonomisi ironik biçimde kredili konut alımının en olanaksız olduğu dönemlerde konut/varlık fiyatlarında aşırı artışla karşılaşmıştır. Bu durum makro ihtiyati önlem çerçevesinin sistemik riski yönetmek ve azaltmak bir yana tam ters netice yarattığını göstermektedir.

 

Varlık/konut fiyat artışlarının konut talebini geriletmemesi kredili konut satışlarının ihmal edilebilir düzeyde olması bu konuda alınan önlem setlerinin kurgusundaki hataları göz önüne sermektedir.

Bu noktada konut fiyat artışlarının  2008 Amerika krizine benzer bir balona dönüşme ve sistemi tehdit etme riski öngörülmemektedir. Bununla beraber makro istikrara verilen hasar ve reel sektöre yönelik olumsuzluklar; örneğin artan konkordatolar piyasa dengesizliğinin doğal neticesi olarak öne çıkmaktadır.

Bu noktada NPL artışı yada benzer bir sistemik risk emaresi görülmemesine karşın uygulanan katı tedbirlerin Bankacılık sistemine yarardan çok zarar getirdiği yada Bankacılık sistemini iyileştirici bir etki yaratmadığını söylemek abartılı olmayacaktır.

Türkiye’de Bankalar kredi karar destek sistemlerini oluşturma konusunda olası kriz senaryolarını bertaraf edecek şekilde dikkat harcamışlardır. Bu yönüyle ihtiyat tedbirleri içeriğinde bu yapıları geliştirici detaylardan ziyade yasaklayıcı uygulamalar olduğu görülmektedir.

 

Bankaların bireysel kredi karar mekanizmaları hakkında daha ayrıntılı bilgi vermek gerekirse: Bankalar, bireysel kredi ve kredi kartı kullanımında, kredi karar sisteminde Kredi Kayıt Bürosu (KKB) skoru ve banka risk yönetim birimlerince onaylanan içsel skorkart eşiklerini kullanır. KKB skoru, bankalarca müşterilerin kredi geri ödeme performansları ölçülerek oluşturulan bir araçtır. Bu skor, bankacılık sistemine dâhil olan tüm müşterilerin kredi ve kredi kartı kullanım durumlarını ve taksit ödeme performanslarını değerlendirir. Bankalar tarafından Kredi Kayıt Bürosu’na ulaştırılan veriler, istatistiksel olarak detaylandırılarak, kredi geri ödeme performansı iyi olan müşterilerin, kötü olanlara göre pozitif ayrışmasını sağlar. Bir müşterinin yüksek KKB skoru, kendisi gibi yüksek skorlu müşterilere benzer şekilde geri ödeme performansının da yüksek olacağı anlamına gelir. KKB skor eşikleri, bankalara müşteri taleplerinde tarafsız ve objektif bir kriter sunar. Bankaların müşteri kredibilitesini ölçmek için kullandığı skorkartlar ise müşteriye ait demografik ve iktisadi bilgilerden yapılan istatistiksel değerlendirmelerle elde edilir. Her bankanın kendi müşteri veri tabanındaki bilgilerin değerlendirilmesiyle, müşteri kredi ödeme eğilimini en iyi açıklayan veriler kullanılarak oluşturulan skorkartlar, KKB skoruyla birlikte işlevsel olur. Bu kredi karar eşik sistematiği, bankalar için hem sağlıklı bir kredi portföyü oluşturmada hem de risk yönetim sistemlerinde bir karar ağacı olarak gereklidir.

Kredi geri ödeme performansı, 2008 Mortgage Krizi de dâhil olmak üzere, finansal sistemi tehdit eden olumsuzlukların başında gelir. Ödenen bir kredi nedeniyle finansal sistemin sorunlu hale gelmesi söz konusu değildir. Bu nedenle, bankaların asli fonksiyonu olan kredi sürecindeki olumsuzlukların önüne geçmek gerekir. Skorkartlar ve KKB skor eşikleriyle getirilen düzenlemeler, kredi karar süreçlerini sadeleştirir ve olumsuz müşterileri dışlayarak sistemi temizler.

8.6.

Türkiye’de Makro İhtiyati Önlemlerin Uygulanışı

Türkiye’de üzerinde çok fazla durulması ve merkezi bir rol verilmesine karşılık makro ihtiyati önlemlerin, simülasyona ve sektör gereklerine başvurmadan, para politikası araçlarını ikame amacıyla kullanıldığı, bizzat TCMB Başkanı tarafından ifade edilmiştir. Erdem Başçı’nın 2014’te Portekiz’de yaptığı sunumda, makro ihtiyati önlem kavramını faiz oranlarıyla karşılaştırması bunun açık bir örneğidir. Başçı, makro ihtiyati önlemleri sıkılaştırarak faizin olması gerekenden daha düşük tutulabileceğini belirtmiştir. Türkiye’de makro ihtiyati önlemlerin kullanım amacı, giriş bölümünde ve genel literatürde öngörülen finansal istikrar hedeflerinin çok ötesine ve dışına çıkmıştır. Başçı’nın bu açık sözlü tanımlaması, Türk bankacılık sisteminde 2014’e kadar makro ihtiyati önlem adı altında hayata geçirilen uygulamalarla yan yana koyulduğunda, konu daha net ortaya çıkar. Türk bankacılık sisteminin makro ihtiyati önlem olarak ilk tanıştığı düzenleme, LTV (kredi-değer oranı) düzenlemesidir. Ocak 2011 tarihli bu düzenleme, bankaların konut kredisi kullanımında, ekspertiz değerinin %75’ini aşmadan kredi vermesini zorunlu kılmıştır. Bu düzenlemeden önce, Türk bankacılık sisteminde konut kredisi kullanımına yasal bir sınırlama getirilmemiş olsa da, bankalar uygulamada, istisnai durumlar hariç, %75 oranını iç düzenleme olarak benimsemişti. Bankacılık düzenlemeleri, bankaların hangi müşteriye, hangi krediyi, hangi vadede vereceğine dair bir sınırlama koymamıştı. Bankalar, kaynak yapılarına göre kredi vade sınırlamalarını kendi iç mevzuatlarında oluşturmuştu. Konut kredisini diğer kredilerden ayıran, bu kredilerin Banka ve Sigorta Muameleleri Vergisi (BSMV) ile Kaynak Kullanımı Destekleme Fonu’ndan (KKDF) muaf olmasıydı. Banka müşterileri, konut kredisi finansmanında vergi ve fon ödemediği için daha da uygun finansman imkânı elde edebiliyordu.

Konut kredisine benzer bir diğer ürün ise Tüketici Destek Kredisi adı altında müşterilere sunulmaktaydı.

Bankalar KKDF’den muaf ama BSMV’ye tabi olan TDK ile ek gayrimenkul teminatı sağlayarak uzun vadeli finansman imkânı sunuyordu.

İhtiyaç kredileri, özünde ticari faaliyeti olmayan bireylerin nakit ihtiyaçlarını karşılamayı amaçlasa da, maddi teminat sağlanarak daha uzun vadede ve daha yüksek miktarlarda kredi kullanımı mümkün oluyordu.

Uygulamada, krediler genellikle 36 ay vadeli olarak kullandırılıyor; istisnai durumlarda 48, 60, 72 ve 84 aya kadar uzanan vadelerde kredilendirme imkânı yaratılıyordu. Bu noktada tüketici destek kredisi uygulamasından daha detaylı olarak bahsetmek faydalı olacaktır.

Tüketici destek kredisi, Amerika’daki ikinci mortgage benzeri bir uygulama olup, evin ekspertiz değerine oranla ev sahibine ek finansman sağlamaktaydı. Mevzuatta bu kredilere de KKDF muafiyeti sağlanarak, konut kredisi gibi daha ucuz finansman imkânı yaratılmıştır.

Konut kredisinden farklı olarak, bu kredinin tutarı satıcıya değil, krediyi kullanan kişiye ev sahibine ödenmektedir. Özellikle evlerinin değeri kullanılan kredinin üzerinde olan veya ev alırken kredi kullanmamış ev sahipleri, ilabe finansman ihtiyaçlarında bu krediye başvurarak kendilerine nakit imkân yaratmaktadır. Bu krediler kategorik olarak nakit krediyi teminat altına alarak özünde Makro İhtiyat setine katkı sağlayan bir yapıyı oluşturmaktadır.

Türk bankacılık sistemi, bireysel kredileri geniş kitlelere yaymak için maaş anlaşması kanalını hayata geçirerek hedef kitlede seçici bir Maaş anlaşması uygulaması çok boyutlu çapraz ve yukarı satışa imkan veren bir inovasyondur. Banka ticari olarak çalıştığı firmanın bütün nakit akışına hakim olmakta; maaş ödemelerinin detaylı bilgisine vakıf olmaktadır. Banka yapılan anlaşma ile firma nezdinde de azımsanmayacak değer yaratımına imkan vermektedir. Firmalar çalıştıkları Bankadan sağladıkları maaş promosyonunu çalışanları için ekstra motivasyon kanalı olarak kullanabilmekte yada bazı durumlarda çalışanlara ödeme yerine kendi bünyelerine alarak ekstra kaynak yaratmakta imkanı bulmaktadırlar. Banka için düzenli gelir sahibi müşteri kesimleri ise kredi hedef kitlesi olarak ikame edilmez bir niteliktedir.Bu durum Türkiye özelinde Makro İhtiyati kural koyucuların göz önünde tutmaları gereken bir iyi uygulama örneği olarak yer almaktadır.Tüketici kredilerinde maaş anlaşması sistematiği olası sistemik riskleri minimize eden özgün bir iş akışı olarak dikkate alınmalıdır.

 

Diğer taraftan, daha nitelikli, hacimli işleri yakalamak için mevzuatın sağladığı tüketici destek kredisi uygulamasından ve teminatlı işlemlerle vade ve tutar konusunda daha yüksek seviyelerde kredilendirme yapma imkânından yararlanılmıştır.  Maaş anlaşmalı müşterilere kullandırılan teminatlı krediler ise bu iki ürünün bir arada değerlendirildiği daha da güvenli plasman alanları olarak yer almaktadır.

Türk bankacılık sistemi, ihtiyaç kredisini günlük harcamalarla tükenen geçici ve tüketim amaçlı bir yapıda algılamamıştır. Bireysel kredilerin GSMH ile orantısı ve NPL oranı birlikte ele alındığında, sağlanan başarının açık ve net olduğu görülür. İhtiyaç kredisine benzer, teminatsız bir ürün olan kredi kartıyla karşılaştırıldığında, bireysel kredilerdeki stratejinin tutarlılığı anlaşılır. Kredi kartı NPL oranı, ihtiyaç kredisinin üzerinde seyretmiş ve arada ciddi bir makas oluşmuştur. Bunun temel sebebi, ihtiyaç kredisi kullanımında iç sistemlerin kullanımı ve teminat yapısının rol oynamasıdır

Makro İhtiyati Çerçevenin Önemi

Makro ihtiyati önlemlerin alan ve çerçevesinin belirlenmesi, bu önlemleri ekonomi yönetiminin diğer başlıklarından ayrıştırmak açısından büyük önem taşır. Bu tanımlama, ekonominin işleyişinde kamunun rolü ve hedefleri arasındaki yetki ve konum tartışmasını da ilgilendirir. Ekonomiyle ilgili karar alma ve temel başlıkları yönetme konusunda öne çıkan pek çok kavram, makro ihtiyati önlem içeriğinde de yer alır. Bu kavramların başında finansal istikrar gelir. Finansal istikrar, herkesin üzerinde mutabık olduğu, faydası ve gerekliliği tartışmasız bir üst başlıktır. Ancak finansal istikrarı, makro ihtiyati çerçeve açısından tanımlamak ve bu çerçevenin içeriğini doldurmak gerekir. Aksi takdirde, makro ihtiyati önlem kavramının içeriği, finansal istikrarın genel geçer tanımlarıyla doldurulabilir. Makro ihtiyati önlemler, spesifik bir durumu, sorunu ve buna karşı alınacak önlem ve tutumları içerir. Finansal istikrar gibi toptancı bir kavramla, makro ihtiyati önlem gibi spesifik  duruma özgü bir kavramı birlikte ele almanın riskleri önemlidir. Bu risklerin bertaraf edilmesi, makro ihtiyati kavramın ve finansal istikrarın bu bağlamda spesifik olarak tanımlanmasını zorunlu kılar. Makro ihtiyati önlemler, sistemik riskleri önleyerek ekonomiyi korur ve mikro ihtiyati yaklaşımların eksikliklerini giderir. Türkiye’nin 2002-2015 döneminde uyguladığı düzenlemeler, finansal istikrarı desteklemiş ve 2008 krizinin etkilerini en aza indirmiştir. Gelecek perspektifinde, makro ihtiyati politikaların finansal sistemin dayanıklılığını artırması beklenmektedir.

Giriş bölümünde çizilen makro ihtiyati önlem tanımı açısından Türk bankacılık sistemine dikte edilen uygulamaları mukayese ettiğimizde ortaya konan sistemin makro ihtiyati önlemlerin ana hedefi olan finansal istikrarı sağlamak bir yana tam tersi etki yapabilecek nitelikte olduğunu söylemek abartı olmayacaktır.

Makro ihtiyati önlemlerin uygulama derinliğine baktığımızda bireysel krediler için öngörülen iki temel düzenleme bulunmaktadır. Bunlardan biri LTV olup burada amaçlanan kredi ile satın alınan ürünlerde(gayrımenkul=konut) alıcının sermaye koymasını motive ederek sadece krediye dayanarak kredilendirmenin önüne geçmektir. Türkiye’de bu şekilde ilk düzenleme konut kredisi için yapılmış, kredi süreçlerinde bir olumsuzluk ve geri ödeme sorunu yaşanmıyor olmasına karşın proaktif bir önlem olarak konut kredisi kullanımında LTV sınırlaması getirilmiştir. Bu sınırlamanın uygulamasında konut bedelinin kalan bölümü için kredi kullanımının önüne geçmek adına kredi kullanımından sonraki ve önceki bir aylık dönemde de kişinin veya eşinin kredi kullanılması yasaklanmıştır. Bankalar bu konudaki düzenlemeye uymak için pek çok yeni denetim unsurunu eklemek zorunda kalmışlar, bunun yarattığı iş ve bürokratik yükler bankacılık alanına harcanacak enerjinin boşa gitmesine yol açmıştır. Bu noktada Glavan’ın eleştirileri dikkate alınmalıdır.

 

Konut kredisinin LTV oranı ile sınırlanmasının ardından konut teminatlı krediler yani tüketici destek kredileri ise tamamen yasaklanmak suretiyle ihtiyaç kredilerinin konut teminat güvencesinde kullanımı imkânı ortadan kalkmış oldu.

Yapılan bu düzenlemeleri bir bütün olarak değerlendirdiğimizde makro ihtiyati önlem içeriğine uygun bir yapının öngörülmediği, bunun yerine bankacılık gelişimini ve kredi kullanımını sınırlamayı odaklayan bir stratejinin güdüldüğünü görmekteyiz. Bu noktada makro ihtiyati önlem kavramının tanımının çarpıtılarak bu şekilde bir tercihin öne çıkarıldığı gerçeği ağırlık kazanmaktadır.

Makro ihtiyati önlem kavramında temel unsur finansal kurumların istikrarı ve bunun aracılığı ile iktisadi sistemin sürdürülebilir olması iken yapılan uygulamaların dolaysız olarak ekonomide çok  farklı ve alternatif politika araçları ile yönetilmesi gereken amaçları hedeflediği ancak bunun finansal kurumların istikrar kazanması olmadığı düşüncesi ağırlık kazanmaktadır.

Bu noktada Erdem Başçı’nın ifadeleri tekrar anımsanmalıdır. Faizi düşük tutmak için önlemleri sıkı tutmak geçici değil kalıcı bir politika aracı halindedir.

Konut kredisinin LTV ile sınırlanması kendi içinde anlaşılır ve genel kabul görmüş bir uygulama iken konut teminatlı kredi kullanımının yasaklanması kredilerin teminat kapsamında kullanımını cazip olmaktan çıkarmıştır. Bu durumda konut teminatlı ihtiyaç kredisi kullandıramayan bankaların ister istemez teminatsız kredilerde ağırlık sağlayacağı açıktır. Bu yönüyle asıl amacın kredi hacmini sınırlamak olduğu ortaya çıkmaktadır. Finansal istikrar kavramını makro ihtiyati çerçeveden çıkararak daha genel bir zemine oturtan bu tercihlerin bankacılık sisteminin sağlıklı işleyişini merkeze aldığına dair pek fazla karine yoktur.

Makro ihtiyati önlemlerin finansal ürünlerin kullanımında esas olarak hedeflediği iki alan bulunmaktadır. Bunlar kredi/teminat oranı ve gelire göre borçlanmadır. Türkiye makro ihtiyati önlem seti içeriğinde LTV oranının kullanım alanını gördüğümüz diğer başlık ise taşıt kredileridir. Bu noktada taşıt kredisinde kullanım oranlarında da tıpkı konut kredisinde olduğu gibi bankaların iç düzenlemelerinde yer aldığı üzere oto kontrol sistemleri bulunmaktaydı. Bununla beraber yapılan düzenlemelerle önce taşıt kredilerinde de kredi ile araç değeri arasında orantılar yasal olarak belirlendi. Bu alanda yapılan düzenlemeler ise LTV ile sınırlı kalmadı. Taşıt kredisi kullanılarak araç alımının önüne geçecek düzeyde yapılan sınırlamalar ile kredili araç alımı deyim yerindeyse tezgahtan silindi. Kredi ile araç alımının pratik olarak imkânsız hale getirilmesi, kredilerin vadesinin kısılarak kullanılacak kredinin miktarının sınırlanması makro ihtiyati önlem kavramının kullanım amacının dışına taşmasına dair ilk önemli örnekler arasında yer almaktaydı.

Taşıt kredileri Türk bankacılık sisteminde geleneksel olarak yüksek pay alan ve mortgage öncesi dönemde ihtiyaç kredisi başlığı içinde en önemli kalem olan bir nitelik taşımaktaydı. Taşıt kredisinin yaygın kullanımı bir taraftan halkın araç sahipliği için bir imkân yaratmakta diğer taraftan bankalara ihtiyaç kredisi hacmine ulaşmakta maddi teminat bazı yaratmaktaydı.

Krediyle araç alımının yasaklanması esas olarak sadece hazır maddi varlığı bulunanların araç alımında öncelik kazanmasını sağlayan bir uygulamaya dönüştü. Araç kredileri gelişmiş ülkelerde esas olarak mortgage kredilerinin dışarıda tutulduğu hesaplamada %10’luk seviyede pay almaktadır.

Bütün gelişmiş ülkelerde taşıt kredileri en önemli piyasa göstergesi iken Türkiye’de düzenleme sınırlamaları bu ürünü fiilen kullanılmaz hale getirdi.

 

Türkiye’de taşıt kredilerinin mortgage harici ihtiyaç kredileri içinde aldığı payın %10’luk düzeye gelme yılı yaklaşık olarak 2010’ların başı olmuştur. Bir bütün olarak dikkate aldığımızda makro ihtiyati önlem adı altında yapılan düzenlemelerle sisteme yapılan müdahalelerin asli sonucu bırakın finansal istikrar sağlamayı uluslararası düzeyde kabul görmüş finansal standartlara yakınsayan ülke bankacılık parametrelerini bozmuştur.

 

metin, ekran görüntüsü, öykü gelişim çizgisi; kumpas; grafiğini çıkarma, çizgi içeren bir resim

Yapay zeka tarafından oluşturulmuş içerik yanlış olabilir.

Bu noktada önemli bir ayrım noktası da düzenlemelerle yapılan kısıtlamaların 2022 sonrası dönemde  enflasyondaki yüksek oranlı artışın politika faizine yansımasının engellemesinin etkileridir. 2023 seçimleri sonrasına değin süren bu dönemin “irrasyonel” olarak tanımlanmasına karşın bu dönemde düşük faizlerle bireysel finansmanın önüne kurallar konularak geçilmiştir.

2023 sonrasında ise faizlerin “rasyonalite” başlığı altında tekrar yükselmesi sonrasında ise bu defa hem yüksek faiz hem de bu faiz üzerine eklenen toplamda %30 u bulan KKDF ve BSMV yükü ile bireysel kredi kullanımı istense de olanaksız hale geldi.

Buna rağmen kredilerin artış oranında gerileme olmaması ise NPL oranlarında büyük artışları gündeme getirdi. Makro İhtiyati önlemlerin karşısında olması gereken sistemik riske bizatihi İhtiyat politikaların bir çıktısı haline gelmişti. Sistem kredi kullanımını yasaklamış ama buna rağmen toksik bir kredi süreci hayata geçmişti.

Bu noktada 2021 sonunda uygulamaya konulan politikalarla sistemik risk ilişkisi açısından dikkate alınması gereken önemli bir başlık da Kur Korumalı Mevduat’tır.

Bankacılık sistemini doğrudan ilgilendiren ve uygulama döneminde Bankaları mevcut yabancı para mevduatlarını bu ürüne dönüştürmek için otorite tarafından önemli bir baskı mekanizması oluşturulan KKM üzerine çok yoğun tartışma ve görüş paylaşımları söz konusu olmuştur.

Uygulamanın içeriğine bakıldığında birey ve kurumları Bankalar nezdinde tuttukları mevduatlar için bir tür devlet garantili opsiyon işlemi yapmaya sevk etme söz konusu olmuştur.

Uygulama sadece Bankalardaki mevduat için söz konusu olup nakit olarak tutulan dövizleri kapsamamaktadır. Uygulamanın döviz kurlarındaki artışı engelleme amaçlı olduğu ifade edilmekle beraber kur artışındaki gelişim KKM’nin devreye girdiği dönemde bu iddiayı haklı çıkarmamaktadır.

Bu konuyla ilgili asıl hedefin Banka bilançolarındaki kur pozisyonunu düzenlemek olması ise uygulamanın asli amacı olarak daha akla yakın görünmektedir. Bankaların kaynak ve kullanımları arasında yani bilançonun aktif ve pasifi arasında döviz pozisyon uyumsuzluğu bulunmaması gerekir. Bir diğer ifade ile TL kredi verilebilmesi için Bankaların TL kaynağa sahip olması gerekmektedir.

2021 son çeyreğinde yürütülen ve o dönemde Türkiye Ekonomi Modeli olarak da ifade edilen uygulamaların sonucunda kur artışları neticesinde TL mevduat tutmak önemli gelir kaybına yol açar hale gelmiştir. Bu nedenle oluşan dolarizasyon Banka bilançolarındaki kur pozisyon dengesini bozmuş Bankaları TL kredi veremez konuma sokmuştur. Bu noktada devreye sokulan KKM döviz kur artış riskini devletin üstlendiği bir opsiyon işlemi olarak birey ve kurumlara ellerindeki dövizin KKM’ye dönüştürme konusunda motivasyon sağlamıştır.

Dolarizasyonun Banka bilançolarında engellenmemesi durumunda bir süre sonra TL kredi vermeye imkan kalmayacaktı. Ancak dövize endeksli söz konusu ürün yani KKM ile Bankalar bilançolarının pasifindeki mevduatı TL olarak izleme ve TL krediyi pozisyon sınırlamasına uğramaksızın kullandırma şansına sahip olabildiler.

 

Türkiye’de makro istikrarın bozulma dönemine denk gelen bu uygulamanın esasen önemli bir sistemik riski bertaraf eden yada doğru deyimle kamuya ödeten “Bail Out” olduğunu ifade etmek abartılı yada hatalı olmayacaktır.

Bankalar için önemli bir bilanço riski olan “Kur Riski” ni faizi yapay olarak düşük tutarak bizzat yaratan ekonomi yönetiminin çıkış için bulduğu çözüm olan KKM esasen bir sistemik riskin oluşmasının sonucudur.

 

 Türkiye ekonomisinde makro ihtiyati önlem kavramında içerilen finansal istikrar ifadesinin bağlamından koparılarak makro ihtiyati önlemlerin ekonomik istikrar sağlamada kendi başlarına işlevsel olacağına dair görüşler arasında en açık sözlü olanın Erdem Başçı olduğunu ifade etmiştik. Türkiye ekonomisinin özellikle 2021’den sonra girdiği ağır makroekonomik krizin makro ihtiyati önlemlerin hemen her türünün uygulandığı bir döneme denk gelmesine karşın önlenemediği dikkate alındığında makro ihtiyati önlemlerin esas olarak olması gereken rolde kullanılmadığı ve ekonominin istikrarından farklı amaçlara hizmet ettiği kanısı güçlenmektedir.

Bu noktada üzerinde önemle durulması gereken bir diğer makro ihtiyati tedbir odağı olan kredi kartı ürünü hakkında bilgi vermek yerinde olacaktır. Türkiye’de kredi kartı uygulaması bireysel bankacılık alanına 1990’ların başında dâhil olmaya başlamıştır. Özellikle Citi Bank dünya ölçeğinde kurumsal bir banka olarak yer almasına karşın bu alandaki pazar fırsatına sırtını dönmeyerek öncü olmuştur. Çok katlı perakende markası Boyner’in Avantaj kartı başlı başına bir kredi kartı markasını yaratmıştır. Bütün bu süreçler esas olarak Türk insanındaki iki çelişkili hususu bir arada değerlendiren bir yapı olarak karşımıza çıkar. Bu çelişkinin bir tarafında Türkiye’de geleneksel olarak nakit kullanımın tercih edilmesi diğer tarafında ise taksitle vadeli/veresiye satışın yaygınlığı karşılıklı rol almıştır. Türkiye’de gerek kayıtdışı iş ve işlemlerin ağırlık taşıması gerekse geleneksel olarak nakde bağımlılık yapısal bir unsur olarak ülke ekonomisini tanımlayan bir nitelik taşımaktaydı. Kredi kartı kullanımının yaygınlaşması nakit kullanımını sınırlama yönüyle işlemleri de kayıt altına alma niteliği taşımaktaydı. Gerek ticaret gerekse hizmet sektöründe nakdin ikamesi olarak kredi kartı ile alışverişin yaygınlaşmasını hızlandıran en önemli unsur işlem kolaylığı ve bankaların kart operasyonlarını geliştirmeleri oldu. Bu sürece katkı sağlayan bir önemli inovasyon ise kredi kartı limiti üzerinden taksitle alışverişe imkân sağlanmasıydı. Kredi kartının nakit kullanımın önüne geçerken alışverişlerde taksit imkânı sağlaması ise hem tüketiciler hem de firmalar açısından avantaj sağlayan bir durum yaratmaktaydı. Kredi kartı ile yapılan taksitli işlemde satıcının karşı taraf riski yanında tahsilata dair operatif sürecin basitleştirilmesi de sağlanmaktaydı. Kredi kartı limitlerinin tahsisinde ise yukarıda belirttiğimiz şekilde KKB skoru ve skorkart eşiklerinin kullanılması kredibiliteye dair tüm soruların da yanıtını sağlamış olmaktaydı. Kredi kartına taksit sistemine yönelik eleştiriler yukarıda belirttiğimiz üzere yersizdi. Çünkü kredi kartı bir kredi değil ödeme aracıydı ve kullanan kişi mevcut limiti dâhilinde ve düzenli geri ödeme yapması karşılığında bu limitten yararlanmaya devam edebiliyordu. Kredi kartı ile taksitli alışveriş imkânları makro ihtiyati önlem çerçevesinde en fazla hedefe konulan ve düzenlenen alan olarak yer almaktaydı. Diğer yandan bu alandaki çelişkili uygulamalar da sistemin asıl amacının bankacılık sisteminin istikrarı olmadığı hatta görünürdeki finansal istikrar hedefinin bile asıl hedefleri ardında gizlediği kanısı uyandırmaktaydı. Bu noktada kredi kartı taksit sistemiyle cep telefonu satışı yasaklanırken telco şirketlerinin (Telefon operatörlerinin) kendi bünyelerinde taksitli telefon satışına yeşil ışık yakılmaktaydı. Telefonun kredi kartına taksit yapılarak satışı yasaklanırken aynı telefon telco şirketince taksitle satılmakta ve ödemeleri için çoğunlukla taksitli işlem yapması yasaklanan aynı kredi kartı aracılık etmekteydi. Kredi kartına taksitle satışın yasaklanarak insanların peşin alıma zorlanması ve bu şekilde peşin alamayan kişilerin alışverişten uzak tutulması hedeflenmiş ve bu durum söz konusu işlemlerin yasaklanmasında gerekçe olarak ifade edilmiştir. Bu uygulamaların makro ihtiyati işlem literatüründe karşılık geldiği bir kategori bulunmamaktadır. Tüketimi kısmak için kredi kartının kullanımını yasaklamak esas olarak bankaların inovatif olarak Türkiye sosyolojisine uygun olarak geliştirdikleri bir ürünün kamusal güçle devre dışı bırakılması anlamına gelmekteydi. Kredi kartına taksit uygulamasının makro ihtiyati çerçevede anlamlı olarak yönetilmesi kişilerin gelirleri ile uyumsuz biçimde kredi kartı limitlerine sahip olmaları ve yapacakları harcamaları ödeyemeyerek bankaları NPL sorunu ile karşı karşıya bırakacakları bir duruma ilişkin olabilirdi. Oysa ki uygulama bu konularla ilgilenmiyor, kartla taksitli işlemi toptan yasaklıyordu. Kredi kartına taksitin yasaklanması tüketimi kısma amacını gütmekteydi. Tüketicilerin gelecekteki gelirlerini kullanarak ve hesaplayarak ihtiyaçlarını karşılamaları esas olarak kapitalizmin en önemli başarılarından biridir. Marksist eleştiride işçi sınıfının gelir yetersizliğinin sosyalist devrime yol açacağı öngörülür. Kredi ile gelecekteki gelirlerini iskonto eden geniş kitleler daha geniş bir tüketim imkânına sahip olabilir ve bu sayede gelecekte edinecekleri mal ve hizmetlere sahip olabilirler. Türkiye’de makro ihtiyati çerçeve ile tüketimin kısılarak finansal istikrara ulaşılabileceği öngörülmüş olmasına karşın uygulama esas olarak ürünlerin satışını engellememekte ancak zorlaştırmakta yada gelir piramidinin üst kesimlerinde olan ve birikim sahinbi kesimleri ayrıcalıklı kılmaktadır. Daha doğru ifadeyle Türkiye’nin şartları çerçevesinde geliştirilmiş bir ürünü kullanımdan alıkoyma çabası gütmektedir. Taksitli alışverişin kredi kartı ile yapılmasının kısıtlanmasının bankacılık sisteminin istikrarı için yapıldığına dair herhangi bir çalışma ve taksitli işlemlerin taksitle alınan ürünlerde bir fiyat balonuna yol açacağına dair de bir öngörü bulunmamaktadır. Tüketicinin gelirlerinin bir kısmını taksitli kredi kartı borcunu içerecek şekilde bir bütçe planı yapması olasıyken uygulamada söz konusu harcamaları bir seferde ödeyerek ya da firma nezdinde borçlanarak aynı harcamayı yapması söz konusu olmaktadır. Bankalar açısından bakıldığında harcamaların uzun dönemli taksitlerle yapıldığı ve gündelik harcamalardan çok kalıcı dayanıklı mal alımını tercih eden  müşteri profillerinin risk unsurunun daha sınırlı olacağı, bunun ise makro ihtiyati modelin öngördüğü   finansal istikrara katkı sağlaması çok daha makul görülmektedir. Bu noktada yapılan düzenlemelerin bankacılık açısından taksitli alışveriş yapan kesimlerin daha riskli, geri ödemelerinde sorun yaşatacak kesimler olduğu şeklinde bir saptama da bulunmamaktadır. Esasen makro ihtiyati modeller ancak belirli simülasyonlar ve risk analizleri ile beraber hayata geçirilmelidir. Bu konudaki görüşlerin üzerinde mutabık kaldığı bu temel husus  eksik kalmaktadır. Türkiye’de bankacılık alanında makro ihtiyati önlem adı altında yürütülen uygulamaların hayata geçirilmesinde; söz konusu uygulamanın bankacılık ya da genel olarak finansal sektörün hangi zafiyetine karşı yürütüldüğü, uygulamanın hangi simülasyon ve kontrol grubuyla test edildiği yer almamaktadır. Bu eksiklik esasen kavramsal düzeyde makro ihtiyatiliğin Türkiye özelinde kullanım amacını da göstermektedir. Makro ihtiyati önlem başlığı altında taksitle alışverişin yasaklanmasının örneğin beyaz eşya sektöründe kayda değer bir değişikliğe yol açtığı görülmemektedir. Yıllık satış trendlerinde majör bir değişiklik olmaması bir yana satışlardaki değişikliğin ekonomi üzerindeki etkisinin de kayda değer olmadığı açıktır. Bütün bu unsurlar Türkiye’de makro ihtiyati tedbir adı altında yapılan uygulamaların Erdem Başçı’nın ifade ettiği üzere asıl olarak faiz oranlarını olması gerekenden daha düşük tutmak için bir araç olarak kullanıldığı seçici kredilendirmeyi hayata geçirmenin bir yolu olarak tercih edildiği izlenimi vermektedir. Bu izlenimi destekleyen önemli bir unsur da uluslararası uygulamalarda kullanılan DTI yani gelire uygun borçlanma modelinin sisteme entegre edilmemiş olmasıdır. Bu noktada 8 Ekim 2013 kararları ile hayata geçen kredi kartı limitleri ile gelir arasında ilişki kurulması ise bir istisna olarak yer almaktadır. Tüm makro ihtiyati uygulamalar arasında 8 Ekim 2013’te hayata geçen ve gelirle kredi limitini sınırlayan yegâne uygulama olarak yer almaktadır. Uygulama özünde kredi kartı limitini gelirin 4 katı ile sınırlamaktaydı. Söz konusu 4 kat oranına dair gelirin nasıl hesaplanacağı hususu ise düzenlemeyi getirenler tarafından sadece bordrolu kesime özgü olarak bir çözüm taşımaktaydı. Gelir kavramı tanımlanmamıştı. Esasen bu uygulama Türkiye’nin en yapısal sorunu olan kayıtdışı ekonomi ile bankacılık arasındaki kesişmeyi gösteren ve otoritenin bu konudaki kolaycı yaklaşımını işaret eden en önemli örnekler arasında yer almaktaydı. Türkiye’de çok yaygın olarak yürütülen esnaf faaliyetleri ve ticaret işletme sahiplerinin gelir olarak kendi firmalarından sağladıkları imkânların hesaplanmasına dair hiçbir ekstra çalışma yapılmaksızın hayata geçirilen uygulama model kurulumunda ülke koşullarının göz önüne alınmadığını gösteren bir örnek olarak yer almaktadır. Türkiye’de kayıtdışı ekonomi ve vergi toplamada dolaylı vergilerin öne çıktığı bir sistem içinde gelirle kredi kartı limiti arasında kurulan korelasyonun sistematik sorunları çözmektense görünüşte bir sistem kurulduğu izlenimi oluşturacağı açıktır.

Makro ihtiyati önlemlerin gelirden veya ödeme gücünden beslenmeyen bir yapıda kurgulanması ve ürünleri vade, tutar ve limit olarak sınırlaması bankacılık sektörünü olası krizlerden koruma amacının ikinci planda olduğunu ya da böyle bir amacın neredeyse hiç güdülmediğini de işaret etmektedir. Kredilerin vadesel olarak kısıtlanması müşterilerin kısa vadeye kanalize edilmesi anlamına gelmektedir. Bu noktada yapılan düzenleme ile müşteriler için ödeme yükleri artmakta, bu ise kredi geri ödeme sorunlarını artırmaktadır. Sistemin kısıtlanması ve kilitlenmesi sonrasında ise çözüm olarak kredi geri ödeme sorunu yaşayan müşterilere yapılandırma seçenekleri sunularak o zamana değin yapılan tüm uygulamalar deyim yerindeyse kendi içinde tersine çevrilmekteydi. Bu noktada yapılan makro ihtiyati düzenlemelerle bireysel bankacılık üzerinde kısıtlamalar getirilirken ticari kredilere yönelik uygulamalar ise kendi içinde çelişkili bir şekilde devam etmiştir.Bu noktada üzerinde durulması gereken önemli bir uygulama da 2017 yılında hayata geçirilen KGF kredileridir. Söz konusu uygulama dünya finans tarihinde de örneği pek bulunmayan bir devlet müdahalesi olarak yer almaktadır. Uygulamaya ilişkin olarak Hazine Müsteşarlığı tarafından yapılan kapsamlı bir araştırma ve araştırma sonuçlarının yorumlama şekli ise Türkiye’de bankacılığın araçsallaştığını ve bu araçsallaşmada makro ihtiyati uygulamanın da keyfi biçimde kullanım yeri bulduğunu gösteren özellikli bir örnektir. KGF uzun yıllardır sistemde aktif olarak rol alan ve marjinal biçimde kredilere teminat sağlayan bir kurum olarak var olmaktaydı. 2017’de yapılan düzenleme PGS yani portföy garanti sistemi adı altında bankacılık sisteminde müşteri banka kredi ilişkisine devletin dâhil olması anlamına gelmekteydi. Bu düzenleme ile basit olarak devlet ödeme güçlüğü çekenler de dahil olmak üzere ticari işletmelere kendi garantisi dâhilinde bankalar aracılığıyla kredi limiti imkânı sağlamaktaydı. Bu uygulamada portföyler olarak yapılan anlaşmalarda kredinin batması yani takibe gitmesi durumunda belirli bir sınıra kadar devlet garantisi devreye sokulmaktaydı. Söz konusu sınır %8 olarak belirtilmişti. Kredisi geciken, devlete yükümlülüklerini ifa etmemiş ve teknik anlamda kredi kullanımını hak etmeyen müşteri kitleleri bu şekilde devlet garantisinde kredi kullanma şansı bulmaktaydı. Bu uygulamanın ihtiyatlı bir çerçeve içinde tanımlanması olanak dâhilinde değildir. Yapılan uygulamanın esas olarak kredi iştahı olmayan ve kredi kullanımı konusunda isteksizliği belirli bir hale gelmiş bankaları kamu garantisi gerekçesiyle kredi kullanır hale sokma çabası için olduğu görülmektedir. Nitekim söz konusu kredilerin kullanım öncesinde bankacılık sisteminde toplam kredilerin payı gerilemekteyken bu dönemde yaratılan imkânla kredi hacminde kayda değer bir büyüme yaşandığı görülmektedir. Söz konusu kredi gelişimi ülke büyüme rakamlarına kadar sirayet etmiş ve 2017 yıl sonu büyüme rakamları beklentinin üzerinde artmıştır. Bu durumun 2018’deki seçimlerle yakından ilişkili olduğunu düşünmek için yeterli gerekçe bulunmaktadır. Bununla beraber ekonomiye bankacılık kanalıyla yapılan bu müdahalenin Türkiye’de makro ihtiyati önlem adı altında ortaya konan çerçevenin aslında para politikası araçlarını ikame amaçlı olduğunu göstermesi bakımından önem taşımaktadır.2017 KGF deneyimini Hazine Müsteşarlığı tarafından hazırlanan detaylı rapor çerçevesinde irdelediğimizde ortaya çıkan sonuçların toplumsal kaynak kaybına delalet ettiği ve devlet eliyle kredi büyümesi sağlanmasından öte bir tanımı çok fazla  hak etmediği görülmektedir. Hazine Müsteşarlığı çalışması çok geniş bir dataseti üzerinden gerçekleştirilmiş, Türkiye’de yerleşik tüm firmaları kontrol grubu, KGF’den yararlananları ise deney grubu olarak kullanmıştır. KGF’den yararlanan firmaların NPL oranlarının yüksekliği ile uygulamanın makro ihtiyati duruşla çelişkisi öncelikle göze batmaktadır. Makro ihtiyati kaygıları öne çıkaran bir ekonomi yönetiminin bankalara NPL marjı vererek kredi kullandırma motivasyonu sağlaması beklenmeyen bir tavırdır. Nitekim sonuç da yüksek oranlı NPL dönüşleri olmuştur. Yine aynı çalışmada gözlenen bir diğer önemli sonuç da söz konusu kontrol grubunun kredi hacmi büyürken bunun dışında kalan kesimlerin krediye ulaşımda sorun yaşamasıdır. KGF kredisi dışında kredi neredeyse verilmemiş, bankalar kaynaklarını daha garantili bir teminat içerdiğini düşündükleri KGF sistemine kanalize etmişlerdir. Bu durumda kamu otoritesinin yönlendirmesinin de rol aldığı bilinmektedir. Hazine Müsteşarlığı çalışmasında KGF uygulamasının olumlu sonuçları arasında sayılan ciro artışı ise kaldıraç kullanan bir firmanın doğal olarak cirosunun kullanmayanlara nazaran daha fazla artacağını göstermesi bakımından ayrıca üzerinde durmaya değerdir.  Çalışmayu gerçekleştiren bütokratik/akademik ekip elde edilen sonuçları bu gözle irdelemekten imtina etmiş birbiriyle çelişkili bulguları tespitle kifayet etmiştir. Çalışmanın bu yönü de esasen Macro Prudent yaklaşımın şeffaflık ve test sonuçlarını yorumlama konusundaki hassasiyetinin Türkiye özelinde tamama ermiş bir projenin analizinde dahi hedeflenmediğini göstermesi bakımından dikkate değer bir durumdur. Bu noktada Türkiye’de açık biçimde bankacılığa devlet müdahalesi ve makro ihtiyatiğa aykırı biçimde devlet eliyle kredi büyümesi sağlanmasının doğal olarak bilançolarda etki edeceği ve bunun firma cirolarına yansıyacağı gerçekliği de göz ardı edilmektedir. Sonuç olarak uygulama sonuçları kamu otoritesince değerlendirilen KGF uygulaması kurgusu ve sonuçları itibarıyla makro ihtiyatiığın öngörülerinin karşısında yer alan bir yapı olarak ortaya çıkmaktadır. Bu uygulama makro ihtiyatiığın özellikle bireysel bankacılıkta kısıtlama amaçları ile kullanılırken devlet eliyle kredi süreçlerine müdahale yoluyla kolaylıkla büyüme amaçlı kullanılabileceğini göstermektedir. Diğer yandan Hazine Müsteşarlığı araştırma raporu ise bankacılıkla kamu otoritesi arasındaki ilişkiyi ve bu ilişki çerçevesinde kamusal müdahalelerin yorumlanmasındaki biası göstermesi açısından da önem taşıyan bir detay olarak ortaya çıkmaktadır. Diğer yandan 2017 büyüme rakamının 2016’daki %3’ten 5 puan fazla ve %8 gibi bir düzeye çıkmasında KGF kredilerinin de azımsanamaz bir pay aldığına kuşku yoktur. Kredi büyümesi ile GSMH artışına imkân sağlamak kendi içinde tutarlı görünse de bu kredileri marjinal sayılabilecek koşullarda kullandırmak Türkiye ekonomisi açısından makro ihtiyatiığın genel geçer niteliğini de göstermektedir. Esas olarak Türkiye ekonomisinde 2018’den başlayarak artan istikrarsızlıkların kök nedenini de KGF ile sağlanan genişlemenin bir sonucu olarak görmek de mümkündür. Kredi büyümesinin enflasyonist etkisi yanında kurlara da olumsuz etki yaptığı görülmektedir. KGF kredilerinin kur ve faiz alanındaki artış trendiyle paralellik göstermesi de bu anlamda altı çizilmesi gereken bir detaydır. Türkiye ekonomisi için kırılma noktası sayılabilecek bir süreçte 2017 yılında yoğun biçimde devreye sokulan KGF kredilendirmesinin payı olduğu konusunda güçlü işaretler bulunmaktadır. Türkiye’nin 2018-2021 döneminde biriken iktisadi sorunları bu dönem boyunca kredilerin baskılanması ve seçici kredilendirme adı verilen uygulamalarla sistemin yönetilen bir yapı olarak ortaya çıkmasına yol açmıştır. Pandemi koşullarının da etkilediği bu dönemin kredileri yönetilen bir yapıda ele almayı gerektirdiği savunulsa da bu dönemde kredi yoluyla ekonomiyi canlı tutma girişimleri de makro ihtiyati bakış açısından çelişkiler içermektedir. Bu noktada 2021 sonlarında devreye sokulan ve Türkiye ekonomi modeli olarak lanse edilen uygulamalarla beraber makro ihtiyati önlemlerin reel ekonomide en fazla karşılık bulması gereken konut sektöründe tam aksi bir sonuca ulaşılmıştır. Makro ihtiyati önlemlerin en önemli hedef alanlarından biri hatta birincisi konut fiyatlarında artışların önüne geçmek olarak belirlenmektedir. Bu hedefin temel gerekçesi konut balonlarının 2008 Amerika krizinde oynadığı roldür. Nitekim 2011’de yapılan LTV düzenlemesi ile de hedeflenen konut kredisi ve buna bağlı olarak konut talebini sınırlamak olarak ifade edilebilir. Türkiye’de konut kredisi geri ödemelerinin sorunsuz olması ve Türkiye sosyolojisinde konutun özellikli yeri dikkate alınmadan yapılmış olan uygulama esas olarak alt gelir gruplarının düşük faiz oranlarından yararlanarak konut almasını engellemiştir. Konut kredisi kullanımında sınırların getirilmesinin o zamana değin hiçbir şekilde gündemde olmayan konut kredisi faiziyle konut fiyatları arasında ilişki olduğu varsayımı yaratması ise 2018’de uygulanan düşük faizli konut kredisi stratejisiyle eş zamanlı olarak hayata geçmiştir. İnşaat sektöründe yaşanan krizin önüne geçmek ve konut satışlarını artırmak amacıyla yapılan uygulama özetle talebi yapay olarak artırırken fiyatların da artmasına yol açmaktaydı. Söz konusu dönemden sonra ve 2021’le beraber konut fiyatları çok yüksek oranda artarken aynı dönemde konut kredisinin gelişimi ise tam tersi bir özellik göstermekteydi. Sistemde konut kredisi kullanımı ortadan kalkarken tam tersi biçimde ev fiyatları tüm endeksleri aşacak şekilde yükselmekteydi.

 

metin, çizgi, öykü gelişim çizgisi; kumpas; grafiğini çıkarma, yazı tipi içeren bir resim

Yapay zeka tarafından oluşturulmuş içerik yanlış olabilir.

 

Makro ihtiyati modelin öngörüleri tam anlamıyla tersine dönmüştü. Bu sürecin ekonomi yönetimi açısından tam bir başarısızlık olarak tanımlanması doğal olacaktır. Makro ihtiyati önlemlerin konut fiyatlarında artışları sınırlamak amacı yerine konut kredisini sınırlamak sonucunu doğurduğu görülmektedir. Türkiye ekonomisinde konut fiyatlarının yapışkan biçimde yükselmesi ve konutun yatırım aracı niteliğine bürünmesi makro ihtiyati yaklaşımlara bu denli öncelik verilen bir dönemin sonunda en az beklenen sonuç olmalıydı. Oysa ki görülen sonuç bunun tam tersi oldu.2021 sonrası iktisadi gelişmeleri bir bütün olarak değerlendirdiğimizde Türkiye ekonomisinin 2002’den sonra sağladığı temel istikrar bileşenlerinin önemli bir kısmında gerileme ve kayıplar oluştuğu görülmektedir. Bununla beraber aynı dönemde Türkiye’de bankacılık alanında da pek çok verinin istikrar öncesi dönemde elde edilen seviyelerden çok uzaklaştığı görülmektedir. Türk bankacılık sisteminin 2011’den itibaren kamu otoritesi tarafından makro istikrar gerekçeleri ile pek çok alanda sınırlanmasına karşın ekonomideki olumsuzluklar giderilememiştir. Makro ihtiyati tedbirlerin sıkılaşmasına karşın istikrar ortamı sağlanamamış, tam tersine ciddi bir istikrarsızlık birikimi ortaya çıkmıştır. Türkiye ekonomisinin 2021 sonrasında belirginleşen ve ekonominin tüm alanlarında yaygınlık gösteren kriz emareleri makro ihtiyati önlemlerle geçirilen sürecin istenen neticeyi sağlamadığı kanısını güçlendirmektedir. Esasen sorunun Türkiye’de makro ihtiyati çerçeve olarak sunulan uygulamaların gerçekte bu uygulamaların sahip olması gereken özelliklerden uzak olduğu anlaşılmaktadır.  Makro İhtiyati Önlemler Sistemik riske karşı yapısal modellerdir.

Sistemik riskte önemli finansal kurum kavramı üzerinde durulmaktadır.

 

Türkiye’de kamu bankalarının ayrıcalıklı konumlarının devamı yanında söz konusu bankaların büyüme ve sektörde pazar paylarında en üst noktaya ulaşmaları bu dönemde göz yumulan ve teşvik edilen bir durum olmuştur.   Sistemik önemli kurum kavramı kamu bankaları açısından uygulanan bir yapı olmaktan çıkmıştır. Diğer yandan görev zararları içinde oluşan kayıplar devlet tarafından telafi edilmekte, buna rağmen sermaye ihtiyaçları ise yine kamusal güçle karşılanmaktadır. Kamu bankalarının devlet desteği içinde büyütülmesi esas olarak sistemdeki düzenlemelerin özel bankalar dışında yaptırım gücünü haiz olmadığı kanısını doğurmaktadır. Kamu bankalarının mikro düzeyde denetimi konusunda özel bankalardan farkı bulunmamakla beraber toplam pazarın içindeki payı aktif yapının %30’una ulaşan bu bankaların sistemik risk değerlendirmesi açısından farklı değerlendirmeye açık oldukları düşünülmektedir.

 

Türkiye’de kamu bankalarının nitel ve nicel olarak büyütülmesi ve söz konusu Bankaların oluşturdukları zararların kamusal kaynaklarla telafi edilmesi KKM ve KGF uygulamalarına benzer biçimde örtülü bir “Bail Out” olarak değerlendirilmektedir.

Türkiye’nin makro istikrar kaybının yani faiz, kur ve enflasyonda sağlanan iyileşmelerin yitirilmesi ancak bunun 2002 öncesi dönemde hiç ulaşılmayan bir finansallaşmış ekonomi bünyesinde gerçekleşmiş olması özgün bir durum ve üzerinde durulması gereken bir husustur.

Türkiye ekonomisi finansallaşma ve kamu finansmanı yerine özel kesim finansmanı önceliğini kazanan ekonomik yapısı ile 2000’lerde önemli bir dönüşüm geçirmiştir. Bu dönüşümün Bankacılık kesimi aracılığı ile yol almış olmasına karşın uygulanan Makro İhtiyati politikalar zaman içinde sistemi yönetilen bir yapıya dönüştürmüştür. Ekonomik parametrelere yapılan müdahaleler neticesinde Türkiye makro istikrar kaybına maruz kalmış ve bunun neticesinde de finansal alanda sağlanan iyileşmeler önemli ölçüde kaybedilmiştir.

Makro İhtiyati Önlem setlerinin temel unsurlarının dışına çıkan bu uygulamaların ekonomide ritim bozukluğuna yol açtığı ve makro dengeleri bozduğu sadece kur, faiz ve enflasyon artışları ile değil konut fiyat endekslerindeki bozulma ile de teyit edilmektedir.

 

Yorumlar

POPÜLER YAYINLAR

SİGARA NASIL BIRAKILIR YADA 8.035 GÜN NASIL ARA VERİLİR

EPİLOG

Her şeyi Bitirmeyi Düşünüyorum