Metnini tez diliyle daha tutarlı, akademik ve akışkan hale getirerek aşağıya yeniden yazdım. İçeriğini korumaya çalıştım; yer yer tekrarları azalttım, kavramsal ayrımları netleştirdim, dilini resmileştirdim. Başlıklar senin yerleştirmen için nötr bıraktım; istersen bunları “Giriş, 1.1., 1.2.” gibi numaralandırarak kullanabilirsin.


Finansal Kriz, Kapitalist Dinamikler ve Sistemik Risk

Finansal kriz, gelişmiş kapitalist ekonomilerin içsel dinamiklerinden kaynaklanan bir olgu olarak, özellikle 20. yüzyılın sonları ve 21. yüzyılın başında küresel ekonomiler üzerinde belirleyici etkiler yaratmıştır. Borçlanmanın ve borç araçlarının çeşitlenerek artması, bu araçlarla finansal krizler arasındaki ilişkiyi güçlendirmiştir. Minsky’nin Finansal İstikrarsızlık Hipotezi, kapitalist ekonomilerde krizlerin, finansal sistemin kendi dinamiklerinden beslenen içsel bir istikrarsızlık sonucu ortaya çıktığını vurgular. Minsky’ye göre ekonomik istikrar dönemleri, firmalar ve hanehalklarının borçlanma yoluyla giderek daha riskli finansal davranışlara yönelmesine yol açmakta; bu süreç de aşırı borçlanma, spekülatif pozisyonların birikimi ve varlık balonlarının çöküşüyle sonuçlanmaktadır. Bu bağlamda kapitalist ekonomi doğal olarak döngüseldir ve Minsky’nin ifadesiyle “istikrar, istikrarsızlığı doğurmaktadır”.

Bu yaklaşım, 1980’lerden itibaren yaşanan ve 2008 ABD kriziyle zirveye ulaşan finansal sarsıntılar ışığında giderek daha fazla kabul görmüştür. 1970’lerdeki petrol şoklarının ardından 1980’li yıllarda sermaye hareketlerinin serbestleşmesi ve hızlanması, özellikle gelişmekte olan ülkelerde ciddi bankacılık ve borç krizlerine zemin hazırlamıştır.

Bu dönemin öncü krizlerinden biri kuşkusuz Latin Amerika borç krizidir. Egemen devletlerin borç ödeme kapasitesinin fiilen sınırsız olduğu varsayımına dayanan, başta Amerikan bankaları olmak üzere büyük uluslararası bankalar, bu krizde sistemin sınırlarıyla karşılaşmış ve önemli kayıplar yaşamıştır. 1990’lı yılların başında ise İskandinav ülkeleri ve Japonya’da ortaya çıkan finansal krizler, dünya ekonomisi üzerinde belirgin etkiler yaratmış ve reel ekonomik faaliyetlerde kayda değer daralmalara yol açmıştır. İskandinav krizinin temelinde konut piyasalarındaki ciddi dengesizlikler yer almış; İsveç ve Finlandiya’da varlık fiyatlarındaki çöküş, kredi geri ödemelerinde aksamalara ve bankacılık sisteminde ciddi zararların ortaya çıkmasına neden olmuştur. Uzak Doğu (Asya) krizinde ise döviz kuru rejimi, kısa vadeli sermaye hareketleri ve bilanço uyumsuzlukları gibi daha karmaşık unsurlar etkili olmuştur.

Bu krizler incelendiğinde, kredi piyasasındaki düzensizliklerin hem sebep hem de sonuç olarak önemli rol oynadığı görülmektedir. 1990’lar boyunca görece sınırlı sayıda ekonomiyi etkileyen bu krizler, kredi süreçlerine ve risk yönetimine ilişkin bakış açısını dönüştürmekle birlikte, asıl kırılma 2008 ABD ipotekli kredi krizinde yaşanmıştır. Dünyanın en büyük ekonomisini sarsan bu krizin merkezinde, kredi mekanizmasındaki aksaklıklar, menkul kıymetleştirme teknikleri ve finansal kurumlar arası bağlantısallık yer almıştır.

Bu noktada kriz, neredeyse kaçınılmaz bir sonuç olarak ortaya çıkarken, çözüm arayışları da finansal sistemin tasarımına ve düzenleyici çerçeveye odaklanmıştır. Bu arayışların merkezinde yer alan temel ve görece yeni kavram, İngilizce literatürde “macro prudentiality” olarak ifade edilen yaklaşımdır.


“Macro Prudentiality” Kavramı ve Türkçeye Çevrilmesindeki Sorunsal

“Macro” sözcüğü Yunanca kökenli olup ölçekte veya kapsamdaki genişliği, büyüklüğü ifade eder. “Prudentiality” ise “prudence” kavramından türemekte olup bilgi, içgörü, sağduyu ve öngörülü davranışı işaret eder. Dolayısıyla kavramın bütünsel anlamı, “büyük ölçekte sağduyulu, öngörülü ve bilgiye dayalı bir tutum” olarak özetlenebilir. Bu etimolojik çerçevenin altı özellikle çizilmelidir; zira kavramın Türkçedeki kullanımı ve Türkiye’de kazandığı anlam, bu çerçevenin belirli unsurlarının öne çıkarılması ya da geriye itilmesiyle doğrudan ilişkilidir.

Kavram, Türkçeye “makro ihtiyatlılık” olarak çevrilmiş; böylece Yunanca kökenli “macro/makro” korunurken, “prudence” için “ihtiyat/ ihtiyatlılık” karşılığı tercih edilmiştir. Türkçede “ihtiyat”, ileriye dönük düşünerek ölçülü davranma, sakınma ve yedekleme gibi anlamlara gelir; “ihtiyati” ise çoğunlukla “tedbir amaçlı, sakınmacı” bir sıfat olarak kullanılır. Ancak “prudence”ın içerdiği sağduyu, muhakeme ve öngörü boyutu, “ihtiyat” teriminin anlam kümesinden daha geniştir. İngilizcede “cautious” daha dar ve sakınmacı bir yaklaşımı ifade ederken, “prudent” daha kapsayıcı, bilgiye ve deneyime dayalı bir sağduyuyu imler.

Bu nedenle, “macro prudentiality” kavramının Türkçeye “makro ihtiyatlılık” olarak çevrilmesi, kavramın anlamını daraltan ve “sağduyu/öngörü” boyutunu geri plana iten bir tercih olarak değerlendirilebilir. Başlangıçta kullanım kolaylığı ve yerleşik “ihtiyat” terminolojisi nedeniyle bu çeviri tercih edilmiş olsa da, zaman içinde kavramın içselleştirilmesi ve politika pratiğinde aldığı şekil üzerinde yönlendirici –ve kısmen manipülatif– bir rol oynadığı söylenebilir. Nitekim Türkiye’de makro ihtiyatlılık söylemi, zamanla “kredi kısıtlama, yasaklama, baskılama” eksenine sıkışmış ve kavramın asıl içeriği olan sistemik risk yönetimi ve geniş ölçekte sağduyulu yaklaşım geri planda kalmıştır.

Türk bankacılık sistemi terminolojisinde “ihtiyat” kavramı tarihsel olarak “emniyet” kavramıyla örtüşecek biçimde kullanılagelmiştir. Geleneksel bankacılık üçlüsü olan “emniyet, seyyaliyet ve randıman” (güvenlik, likidite ve kârlılık), bankacılık faaliyetlerinin sürdürülebilirlik, likidite yönetimi ve kârlılık ekseninde uyumlu biçimde yürütülmesini ifade eder. Bu bakış açısında emniyet (güvenlik), tek başına amaç değil, seyyaliyet ve randıman ile birlikte dengeye oturan bir ilkedir. Dolayısıyla İngilizce “macro prudentiality”ye karşılık olarak Türkiye’de yerleşen “makro ihtiyatlılık” ifadesinin, kavramı “büyük ölçekte emniyet/tedbirlilik” gibi daha dar bir çerçeveye hapsettiği söylenebilir.

Bu etimolojik ve kavramsal daralma, Türkiye’de kavramın hem teorik literatürde hem de politika pratiğinde, ağırlıklı olarak “kredileri kısıtlayan, piyasa özgürlüğünü sınırlayan, bankacılık faaliyetlerini baskılayan” bir politika setiyle özdeşleşmesine yol açmıştır. Sağduyu (prudence) kavramının makro ölçekte, bilgiye dayalı, simülasyonlarla ve testlerle desteklenen ve paydaşlarla şeffaf şekilde paylaşılan bir çerçeve olarak kurgulanması gerekirken; Türkiye örneğinde kavram, çoğu zaman normatif varsayımlar ve yasaklayıcı düzenlemelerle doldurulmuştur.

Tezde, kavramın yerleşik kullanımı nedeniyle “makro ihtiyatlılık” ifadesi kullanılmaya devam edilecek; ancak teorik çerçevenin tartışıldığı bölümlerde, İngilizce karşılığına uygun biçimde “geniş kapsamda sağduyulu/öngörülü yaklaşım” vurgusu da özellikle yapılacaktır.


Türkiye’de Makro İhtiyatlılık Söylemi ve Kavramsal Sapma

Türkiye’de makro ihtiyatlı önlem uygulamaları, yukarıda değinilen çeviri tercihi ve kavramsal çerçeve nedeniyle, dünyadaki yaygın uygulama ve hedeflerden belirgin biçimde uzaklaşmış; bankacılığı baskı altına alan bir politika setine dönüşmüştür. Oysa ihtiyatlılık, iktisadi kararlarda genel olarak olumlu bir nitelik olmakla birlikte, asıl olan sağduyulu/öngörülü olmaktır. Sağduyu, ihtiyatı içerir ancak onu aşan bir genişliktedir; bilgiye, deneyime, analize ve test edilmiş senaryolara dayanır.

Türkiye ekonomisinde 2001 krizinin hemen ardından başlayan ve 2010’ların başına kadar uzanan dönemde, makroekonomik istikrar açısından ciddi kazanımlar elde edilmiştir. 2001 sonrasında kronik enflasyon, finans kesimindeki zayıflıklar, finansal ürün sığlığı ve kaynakların etkin tahsisine dair yapısal sorunlar büyük ölçüde giderilmiş; faiz, kur ve enflasyon üçlüsünde, ülke tarihinde daha önce görülmemiş iyileşme seviyelerine ulaşılmıştır. Türkiye’nin bu dönemdeki performansı, bazı yazarlar tarafından ağırlıklı olarak dış konjonktür ve küresel likidite koşullarıyla açıklanmakta; uluslararası para akımlarının rolü ön plana çıkarılmaktadır. Ancak Türkiye’nin istikrar dönemleri ile istikrardan kopuş dönemleri birlikte değerlendirildiğinde, süreçleri yalnızca dış konjonktüre indirgeyen tek boyutlu açıklamalar ikna edici olmaktan uzaktır.

Türkiye ekonomisindeki iç dinamikleri geri plana iten ve gelişmeleri temelde dış faktörlere bağlayan bu yaklaşımın, uzun vadede analitik bir “sinizm” üretme riski taşıdığı ileri sürülebilir. Türkiye’de ekonomik dönüşümlerin finansallaşma, dışa açılma ve finansal ürün çeşitlenmesiyle yoğunlaştığı dönemlerin göz ardı edilmesi, analizi miyop bir bakışa indirgemektedir. Türkiye’nin yalnızca “uydu bir ekonomi” olarak konumlandırıldığı bu yaklaşım, ülke içinde politika tercihlerinin niteliğini, düzenleyici kurumların rolünü ve finansal inovasyonun etkilerini ikincil hale getirmektedir.

Türkiye ekonomisinde 2002 sonrasında sağlanan makroekonomik istikrarın, finansal sistemin büyümesi ve derinleşmesi ile eşzamanlı gerçekleştiği açıktır. Ancak 2015 sonrası dönemde bu olumlu görünüm bozulmuş; 2018’den itibaren belirginleşen ve 2021 sonrasında izleri kolay silinemeyecek ölçekte bir istikrarsızlık süreci yaşanmıştır. Bütün bu süreç boyunca makro ihtiyatlılık kavramı, özellikle 2010’ların başından itibaren, ekonomi yönetiminin söylem ve uygulamalarında merkezi bir yer tutmuştur. Kavram özünde 2008 ABD krizinin ardından küresel finansal mimarinin yeniden tasarımına dair tartışmalardan “ödünç alınmış”; ancak Türkiye’deki kullanımında bankacılığın kendi iç dinamiklerinin yerine ikame edilen, kredi tahsisini doğrudan yönlendiren, dış ticaret ve büyüme hedefleriyle iç içe geçen bir araç haline gelmiştir.

Makro ihtiyatlı önlemler, teorik olarak sistemik riskin azaltılması ve finansal sistemin kırılganlıklarının yönetilmesi amacına yöneliktir. Oysa Türkiye uygulamasında bu önlemler, sistemik riskin çok ötesine taşınarak, örneğin ithalatın kısıtlanması, dış açığın azaltılması, belirli tüketim kalemlerinin (otomobil, cep telefonu vb.) baskılanması gibi hedeflerin aracı haline getirilmiştir. Bu çerçevede, bankacılık sisteminin kredi mekanizması üzerinden tüketimi kısmak, ekonomiyi “soğutmak” veya kaynak tahsisini belirli sektörlere yönlendirmek amaçlanmıştır.

Özellikle bireysel kredi alanında yapılan düzenlemeler; bireylerin tüketim kararlarında rasyonel davranmadıkları ve kredi kanallarının açık olması halinde aşırı tüketim yapacakları varsayımına dayanmaktadır. İrrasyonel birey kurgusu üzerine inşa edilen bu politika seti, yasaklayıcı ve kısıtlayıcı önlemlerle ekonomiyi “dışsal” bir müdahaleyle regüle etmeye çalışmaktadır. Oysa sistemik risk kavramının odağında, tüketimin kısılması veya ithalatın azaltılması gibi makro hedefler değil; finansal kurumların sağlıklı işleyişi, şoklara karşı dayanıklılığı ve sistemik düzeydeki bulaşma risklerinin yönetilmesi yer alır.

Türkiye’de makro ihtiyatlılık uygulamaları, bu çerçevenin dışına çıkarak finansal sistemi adeta tüm ekonomik sorunların çözüm aracı olarak konumlandırmıştır. Böylece para ve maliye politikası araçlarının sorumluluk alanı, giderek bankacılık sektörüne ve finansal düzenlemelere devredilmiş; finansal kurumların asli işlevi olan aracılık rolü, ekonomi yönetiminin çok boyutlu amaçlarına hizmet eden bir “baskı ve yönlendirme mekanizması”na dönüşmüştür.


Makro İhtiyatlılık, Bankacılık ve Emniyet–Seyyaliyet–Randıman Dengesi

Bankacılığın kökeni prematür dönemlere, artı değerin ortaya çıkışı ve bu değerin saklanma ihtiyacına kadar uzanır. Tarım toplumuna geçişle birlikte paranın dolaşımı, tasarruf sahipleri ile borç talep edenler arasındaki ilişkinin kurumsallaşması, bankacılığı medeniyetin gelişimiyle paralel ilerleyen bir alan haline getirmiştir. Günümüzde yönetim sistemi ne olursa olsun, bankacılık tüm ekonomilerde temel bir kurumsal yapı olarak varlığını sürdürmekte ve toplumsal gelişimle güçlü bir korelasyon göstermektedir.

Türkiye’de bankacılık, Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemlerine kadar ağırlıklı olarak yabancı sermayeli kurumlar ve Galata bankerleri üzerinden yürütülmüş; Ziraat Bankası’nın kuruluşuyla ilk yerli bankacılık deneyimi ortaya çıkmıştır. Cumhuriyet döneminde Atatürk’ün girişimiyle kurulan Türkiye İş Bankası ise yalnızca bankacılık alanında değil, sanayileşme sürecinde de önemli bir rol üstlenmiştir. Günümüzde bankacılık alanında yetki sahibi temel kurumlar Hazine ve Maliye Bakanlığı, Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası (TCMB), Sermaye Piyasası Kurulu (SPK) ve Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu’dur (BDDK).

Bir bankanın bilançosu, diğer ticari işletmelerde olduğu gibi öz kaynaklar ve borçlardan oluşan kaynak tarafı ile krediler ve diğer plasmanlardan oluşan aktiflerden meydana gelir. Bankalar, topladıkları kaynaklar için bir maliyete katlanırken, bu kaynakların kredi ve diğer varlıklara dönüşmesi üzerinden gelir elde ederler. Bilanço denkliği esastır; bankanın kârı sermayeyi güçlendirir ve yeni kredi kapasitesi yaratır, zarar ise sermayeyi aşındırarak faaliyetlerin sürdürülebilirliğini tehdit eder. Dolayısıyla bankacılık, özünde bir risk yönetimi işidir. Faiz, kur, vade, likidite, piyasa, operasyon, kredi, hukuki, karşı taraf ve ülke riski gibi çok sayıda risk kalemi, hem işlem bazında hem de bilanço düzeyinde tanımlanır, ölçülür ve yönetilir.

Uluslararası düzeyde risk yönetimi ve sermaye yeterliliği çerçevesi, Basel Uzlaşıları ile standartlaştırılmıştır. Bankaların sermaye yeterliliği, hem mikro düzeyde kurum sağlığı hem de makro düzeyde sistemsel dayanıklılık açısından kritik bir referanstır. Özellikle Türkiye gibi ulusal para birimi konvertibl olmayan ülkelerde, kur riski ve vade uyumsuzluğu gibi başlıklar daha da önem kazanmaktadır.

Türk bankacılık geleneğinde, “emniyet, seyyaliyet ve randıman” üçlemesi, bankacılığın özlü bir çerçevesini sunar. Emniyet, ihtiyat ve korunma gereğini işaret ederken; seyyaliyet likiditeyi ve randıman kârlılığı ifade eder. Bu üç unsurdan yalnızca birinin aşırı vurgulanması, bankacılığın toplumsal işlevini zedeleme riski taşır. Kapitalist ekonomide sermaye birikiminin en önemli yansıma alanlarından biri, bankacılık sisteminin büyüklüğü ve kredi hacmidir. Bir ekonomide GSYH büyürken bankacılık aktiflerinin payı ve derinliği yerinde sayıyor veya geriliyorsa, sermaye birikim sürecinde sorun olduğu düşünülebilir.

Türkiye ekonomisinde 2003 sonrasında yaşanan büyüme ile bankacılık aktiflerinin gelişimi arasındaki ilişki, bu açıdan dikkat çekicidir. Türkiye, OECD ülkeleri arasında GSYH payını artırırken, GSYH ile toplam bankacılık aktifleri arasındaki oranın zamanla bozulması, büyümenin sermaye birikimiyle yeterince desteklenmediğini, bankacılık sisteminin göreli öneminin aşındığını göstermektedir. Makro ihtiyatlılık uygulamalarının, sermaye birikimi kanalı olan bankacılık sisteminin büyümesini baskılayıcı bir araç haline gelmesi, bu noktada kritik bir tartışma alanı yaratmaktadır.


Buraya kadar olan kısmı tek bir akademik bütünlük içinde, dilini sıkılaştırarak ve kavramsal çerçeveyi netleştirerek düzenledim. İstersen bir sonraki adımda metnin 2008 krizi ve macro prudentiality–sistemik risk alt başlıklarından başlayan devamını da aynı üslupta yeniden yazabilirim.

Şunu dedin:
evet
ChatGPT:

Aşağıda metninin “2008 KRİZİ VE GENİŞ ÖLÇEKTE SAĞDUYULU VE SAĞLAMLIK” başlığından itibaren olan kısmını, önceki üsluba uygun şekilde akademik olarak yeniden yazdım. İçeriği olabildiğince korudum, tekrarları kıstım, kavramları netleştirdim.


2008 Küresel Finansal Krizi ve Geniş Ölçekte Sağduyulu Yaklaşım

2008 krizi, literatürde doğrudan “mortgage (ipotekli borç) krizi” olarak anılmaktadır. İskandinav ve Uzak Doğu krizlerinin etkileri henüz hafızalardaki yerini korurken, Amerika Birleşik Devletleri’nde bu ölçekte bir finansal krizin patlak vermesi, dünya ekonomisi açısından kalıcı ve çok boyutlu olumsuz etkiler yaratma potansiyeli taşımıştır. Krizin yüzeydeki tanımı, kredi koşullarının aşırı ölçüde gevşetilmesi şeklinde yapılmaktadır. Ancak krizi sarsıcı kılan sadece bu gevşemenin tekil kredilerde yarattığı zarar değil; kredi ilişkilerinin, menkul kıymetleştirme teknikleri ve türev ürünler aracılığıyla tüm finansal sisteme yayılması olmuştur.

Klasik anlatım çerçevesinde, kredinin geri ödenmemesi, teminat olarak alınan konutun değerinin düşmesi ve ikinci ipotek gibi yenilikçi yöntemlerle kredi tutarının artırılması, ilk bakışta mikro düzeyde bir bankacılık hatası gibi görülebilir. Oysa 2008 krizinde sorun, tek bir bankanın tek bir müşteriye verdiği kredinin geri ödenmemesiyle sınırlı değildir. Mortgage kredilerinin büyük bir kısmı sorunlu hale gelmiş; bu krediler menkul kıymetleştirildikleri için, bunlara dayalı finansal varlıkları portföylerinde bulunduran çok sayıda kurum da aynı anda zarar yazmak durumunda kalmıştır. Kredi geri ödemelerindeki aksama, bu kredilere dayalı menkul kıymetleri ve onların üzerinde yeniden yapılandırılmış türev ürünleri de değersizleştirmiştir.

Bu süreçte, Fannie Mae, Freddie Mac ve Lehman Brothers gibi kurumların üstlendikleri roller, klasik ticari bankacılık çerçevesini aşan bir nitelik kazanmıştır. Kredi veren ve bu kredileri bilançolarında tutan kurumların yanında, bu kredileri menkul kıymetleştiren ve dünya geneline pazarlayan aracı kurumlar, krizin sistemik niteliğini güçlendirmiştir. Böylece, herhangi bir Amerikan kentinde tek bir konut satışıyla başlayan bir kredi ilişkisi, menkul kıymetler ve türev ürünler aracılığıyla küresel yatırımcıların portföylerine kadar uzanan bir risk zinciri üretmiştir.

Bu mekanizma, finansal sistemin yalnızca geleneksel bankacılık faaliyetlerinden ibaret olmadığını, banka dışı finansal kurumların ve gölge bankacılık faaliyetlerinin sistemik öneme sahip hale geldiğini göstermiştir. Mortgage krizinin küresel bir krize dönüşmesinin temel nedenlerinden biri, sistemdeki kurumlar arası geçişkenliğin ve bulaşma kanallarının yeterince öngörülmemiş olmasıdır. Kullandırılan kredilerin niteliksel bozulması, bu kredilerin menkul kıymetleştirilmesi ve bu menkul kıymetlere bağlı olarak yeni finansal ürünlerin üretilmesi, sistemin bütününü kırılgan hale getirmiştir.

Krizin toplumsal boyutu da bu çerçeveyi tamamlamaktadır. Özellikle düşük gelirli hanehalkları, finansal kapsayıcılık söylemi eşliğinde subprime kredilerle konut piyasasına çekilmiş; ancak istihdam güvencesizliği ve gelir dalgalanmaları nedeniyle bu borçların sürdürülebilirliği sağlanamamıştır. Bu süreç, yoksul hanelerin varlık kayıplarına uğramasına ve eşitsizliğin derinleşmesine yol açarken; finansal kurumlar büyük ölçüde kamu destekli kurtarma paketleriyle korunmuştur. Dolayısıyla 2008 krizi, sadece finansal mimarinin değil, aynı zamanda sosyal adalet ve gelir dağılımının sorgulandığı bir döneme işaret etmektedir.

Bu noktada, ülkeler arası sosyolojik ve kurumsal farklılıkların önemi vurgulanmalıdır. Örneğin Türkiye’de konut kredilerinin takipteki alacaklar içindeki payının tarihsel olarak %1’in altında kalmış olması, konutun toplumsal anlamı, borçlanma kültürü ve bankacılık uygulamalarının farklılığını göstermektedir. Bankacılık düzenlemelerinin, içinde bulundukları toplumların sosyoekonomik ve kültürel yapısıyla uyumlu olması gerektiği açıktır.

2008 krizinin özgün yönü, kredilerin mikro düzeyde hatalı kurgulanmasının ötesinde, bu hataların menkul kıymetleştirme yoluyla tüm finansal sisteme yayılması ve sistemik bir boyut kazanmasıdır. Kriz, finansal sistemin istikrarını tehdit eden “sistemik risk” kavramını ekonomi literatürünün merkezine taşımış; tek tek kurumların sağlamlığını esas alan mikro ihtiyatlı yaklaşımların yetersizliğini açık biçimde ortaya koymuştur.


Sistemik Risk, BIS ve Krizin Öngörülebilirliği

Sistemik risk kavramının, 2008 kriziyle birlikte gündeme gelen yeni bir olgu olmadığı, ancak bu krizle birlikte görünürlüğünün arttığı söylenebilir. Bank for International Settlements (BIS), 2000 yılında yaptığı tanım ve değerlendirmelerde, makro düzeydeki düzenlemelerin amacının sistemik riskleri kontrol altına almak olduğunu vurgulamış; risk temelli sermaye standartlarının ve denetim uygulamalarının güçlendirilmesi gerektiğini belirtmiştir. Sınır ötesi finansal faaliyetlerin yaygınlaşması, türev ürünlerin ve menkul kıymetleştirme tekniklerinin artması ve banka dışı finansal kurumların sistemdeki ağırlığının yükselmesi, bu erken uyarıların temel dayanaklarını oluşturmuştur.

BIS bünyesinde yürütülen çalışmalarda, Belçikalı bankacı Lamfalussy’nin özellikle 1970’lerin ortalarından itibaren yaptığı katkılar, makro düzeyde risk yönetimi ihtiyacına işaret etmektedir. Lamfalussy, tekil bankaların kendi bilançoları üzerinden yürüttükleri risk yönetimi süreçlerinin, sistemin bütününü korumakta yetersiz kalacağını savunmuş; bu nedenle sistem genelinde bir denetim ve yönlendirme çerçevesine ihtiyaç bulunduğunu belirtmiştir. Basel Uzlaşıları da bu çerçevenin kurumsallaşmış halini temsil etmektedir.

Bu değerlendirmeler ışığında, 2008 krizinin bütünüyle “beklenmedik” bir şok olarak nitelendirilmesi güçtür. Krizin temel dinamikleri –türev ürünlerin yaygınlaşması, menkul kıymetleştirme süreçlerinin karmaşıklaşması, banka dışı kurumların artan rolü ve kredi standartlarının gevşemesi– kriz öncesi dönemde de tespit edilmiştir. Ancak bu tespitlerin politika düzeyinde yeterince aksiyona dönüşmediği ve sistemin kırılganlıklarının birikmesine izin verildiği görülmektedir. Bu açıdan bakıldığında, 2008 krizi “öngörülemeyen bir sürpriz” olmaktan çok, gerekli önlemlerin zamanında alınmaması nedeniyle gerçekleşen ağır bir “beklenen kaza”dır.


Makro İhtiyatlı Çerçevenin Oluşumu ve Sistemik Odak

2008 krizinin ardından, makro ihtiyatlı yaklaşımın kurumsal ve kavramsal çerçevesinin daha net çizilmesine yönelik çalışmalar hız kazanmıştır. Bu çerçevede makro ihtiyatlı politika setinin, mikro ihtiyatlı düzenlemelerden farklılaştığı temel noktalar şu şekilde özetlenebilir:

  • Sermaye tamponlarının döngüsel kurgusu: Büyüme dönemlerinde artırılan ve daralma dönemlerinde kullanılmak üzere biriktirilen karşı-döngüsel sermaye tamponları, sistemin şoklara karşı dayanıklılığını artırmayı hedefler. Döngü üzerinde ortalama bir risk düzeyi öngörülerek, iyi dönemlerde “yedek” oluşturulması, kötü dönemlerde ise bu yedeğin kullanılması öngörülür.

  • Aşırı kredi büyümesinin sınırlanması: Kredi hacmindeki genişlemelerin, makroekonomik temellerle uyumlu olup olmadığının test edilmesi; aşırı ve spekülatif nitelik kazanan kredi büyümesinin belirli araçlarla yavaşlatılması hedeflenir.

  • Sistemik önemi haiz kurumların tanımlanması: “Sistemik öneme sahip finansal kuruluşlar” (SIFIs), büyüklükleri, piyasadaki ağ bağlantıları ve iflaslarının yaratacağı muhtemel domino etkisi nedeniyle ayrı bir dikkat gerektirir. Bu kurumlara yönelik ilave sermaye koşulları, daha sıkı denetim ve erken müdahale mekanizmaları, makro ihtiyatlı çerçevenin önemli unsurlarıdır.

  • Varlık fiyatlarındaki şişmelerin kontrolü: Konut ve diğer varlık fiyatlarının, kredi genişlemesiyle karşılıklı olarak birbirini beslemesi ve bu yolla balon oluşturması, makro ihtiyatlı bakışın temel odak noktalarından biridir. Varlık fiyatlarındaki aşırı artışın finansal sistem üzerindeki etkisinin sınanması, öncelikli bir görevdir.

  • Finansal kurumlar arası geçişkenliğin denetimi: Türev işlemler, repo piyasaları ve ödeme-takas sistemleri üzerinden kurumlar arası risk transferi, sistemik riskin yayılmasında kritik rol oynayabilir. Bu mekanizmaların şeffaf ve yönetilebilir olması, makro ihtiyatlı politikanın doğal parçasıdır.

Bu çerçeveye bakıldığında, makro ihtiyatlı yaklaşımın, teknik olarak finansal sistemin bütününe özgü bir risk yönetimi perspektifi sunduğu görülür. Kurlardaki artış, dış ticaret açığı veya enflasyon gibi makroekonomik değişkenler, doğrudan sistemik riskin kendisi değil; sistemik risk senaryolarında kullanılan parametrelerdir. Bu tür makro sorunların çözümü, öncelikle para ve maliye politikalarının sorumluluk alanına girer. Makro ihtiyatlı politikaların görevi, bu sorunların finansal kurumlar üzerindeki yansımalarını yönetmek ve finansal sistemi korumaktır; söz konusu makro sorunların bizzat çözüm aracı olmak değildir.

Görev tanımlarının bu denli net çizilmemesi durumunda, politika alanı bir “neden-sonuç karmaşası”na sürüklenir. Kimi uygulamalarda finansal istikrar, yanlış biçimde tüm iktisadi sorunların hem nedeni hem de çözümü gibi sunulmakta; bu da makro ihtiyatlı politikaların aşırı müdahaleci ve karmaşık bir görünüm kazanmasına yol açmaktadır. Türkiye örneğinde, makro ihtiyatlı önlemler üzerinden faiz seviyelerini aşağı çekme yönündeki söylemler, bu karmaşaya somut bir örnek teşkil etmektedir. Böylece makro ihtiyatlılık, finansal sistemin kırılganlıklarını azaltmak yerine, tüm ekonomi politikasının “evrensel anahtarı” gibi kurgulanmakta ve araç–amaç ilişkileri tersine dönmektedir.


Varsayım Temelli Makro İhtiyat Yaklaşımları ve Türkiye Örneği

Makro ihtiyatlı çerçevenin teorik düzeydeki kurgusu, sistemik riskin tespiti ve yönetimi için simülasyon, stres testleri ve veri temelli analizlere dayanır. Varsayımlar, bu analizlerin başlangıç noktasıdır; ancak yerlerini mutlaka ampirik bulgulara ve paylaşılabilir sonuçlara bırakmak zorundadır. Türkiye uygulamasında ise, makro ihtiyatlı söylem büyük ölçüde varsayımsal kurgular üzerine bina edilmiş; bu varsayımlar çoğu zaman test edilmeksizin politika tasarımına dönüştürülmüştür.

Örneğin bireysel kredi düzenlemelerinde, hanehalkının krediye erişiminin tüketimi otomatik olarak “irrasyonel” düzeylere taşıyacağı varsayımı, düzenleme mantığının merkezine yerleştirilmiştir. Kredi vadelerinin idari düzenlemelerle kısaltılması, belirli teminat türlerine dayalı bireysel kredilerin fiilen yasaklanması ve kredi kartı taksitlerine getirilen kapsamlı kısıtlamalar, bu varsayımsal çerçevenin somut örnekleridir. Oysa makro ihtiyatlı yaklaşımda esas olan, kredinin gelirle uyumunu değerlendirmek ve borçlunun ödeme kapasitesini aşan seviyeleri sınırlandırmaktır; krediyi hak eden kesimlerin sistem dışına itilmesi değil.

Bu süreçte “ihtiyat” kavramı, “sağduyu”yu da içeren geniş anlamından koparılarak, dar anlamda yasaklama ve kısıtlama ile özdeşleştirilmiştir. Sağduyu gereği yürütülmesi gereken objektif test ve simülasyon süreçleri yerine, normatif varsayımlar ve ani uygulamaya giren düzenlemeler öne çıkmıştır. Böylece makro ihtiyatlı politika, temelde Macro Prudentiality yaklaşımıyla taban tabana zıt bir karakter kazanmış; hesap verebilirliği düşük, iletişimi zayıf ve öngörü alanı sınırlı bir yapı ortaya çıkmıştır.

Glavan’ın makro ihtiyatlılığa dair şüpheci yaklaşımı, bu noktada Türkiye örneğiyle önemli ölçüde örtüşmektedir. Glavan’a göre, “piyasa başarısızlığı” modelleri yalnızca özel borçlanmayı sorunlu görme eğilimindedir; oysa gerçekte kamu borçlanması ve hükümet politikaları da sistemik riskin artmasında belirleyici rol oynar. Glavan, sistemik riskin önemli bir bölümünün, regülatörlerin kötü tanımlanmış ihtiyatlı gerekçeler altında dünya çapında uyguladıkları “anti-risk” politikalarının sonucu olduğunu savunmaktadır. Türkiye’de makro ihtiyatlı önlemlerin kamu otoritesinin keyfi tercihlerine yaslanması, özel kesim borçlanmasını hedefe koyarken kamusal alanı görece bağışık bırakması, bu eleştiriyi destekler niteliktedir.

Nitekim Türkiye’de yoğun makro ihtiyatlı tedbirlerle bireysel borçlanma sınırlandırılırken, aynı dönemde ticari borçlanma alanında Kredi Garanti Fonu (KGF) gibi mekanizmalarla devlet kefaleti devreye sokulmuştur. 2017 yılında uygulamaya konulan KGF–PGS sistemiyle, kredibilitesi geçmiş dönemde yetersiz olan firmalara devlet kefaletiyle yeni kredi imkânları sunulmuştur. Bu yapı bir yandan kredi koşullarını gevşetirken, diğer yandan kredi balonunun dolaylı biçimde şişmesine yol açmıştır. Bu çerçevede, ABD ipotekli borç krizinin mekanizmasının, farklı bir kanaldan ve farklı aktörlerle taklit edildiği söylenebilir.


Türkiye Akademik Literatüründe Makro İhtiyatlılığa Yaklaşım

Türkiye’de makro ihtiyatlı önlemler üzerine hazırlanmış akademik tez ve çalışmalar incelendiğinde, genel eğilimin bu önlemleri makroekonomik sorunların çözüm aracı olarak ele almak yönünde olduğu görülmektedir. Çalışmaların önemli bir bölümünde, makro ihtiyatlı çerçevenin asıl muhatabı olması gereken sistemik risk kavramına ya hiç değinilmemekte ya da tali bir unsur olarak yer verilmektedir. Bazı metinlerde, sistemik risk kavramının açıkça tanımlanmaksızın kullanıldığı; makro ihtiyatlılığın asıl amacı olan finansal sistemin bütününe ilişkin kırılganlıkların analizinin ise geri planda kaldığı gözlenmektedir.

Bu literatürde sık rastlanan yaklaşım, makro ihtiyatlı önlemlerin etkilerini, çoğu zaman totolojik sayılabilecek bir çerçevede değerlendirmektir: Kredileri kısıtlayıcı önlemlerin kredileri kısıtladığının gösterilmesi, uygulamaların “başarısının kanıtı” olarak sunulmaktadır. Oysa makro ihtiyatlı politikanın başarısı, sadece kredi hacminde yaratılan değişimle değil, sistemik riskin azalması, bankacılık sisteminin istikrarı, finansal derinleşmenin sürdürülebilirliği ve kriz olasılığındaki düşüşle değerlendirilebilir.

Bu noktada akademik çevrelerin önemli ölçüde, kavramın Türkiye’de oluşan manipüle edilmiş anlamına yöneldikleri; makro ihtiyatlılık ile makroekonomik istikrar arasında doğrudan ve tek yönlü bir nedensellik varsaydıkları görülmektedir. Para ve maliye politikası araçlarının işlevleri ikincil plana itilmekte; yalnızca makro ihtiyatlı önlemler yoluyla makroekonomik istikrarın sağlandığı veya sağlanabileceği tezleri ağırlık kazanmaktadır. “İhtiyatlı olma” söyleminin, düzenleme ve sınırlama içeriği nedeniyle genel olarak pozitif bir değer atfedilmesi de bu yaklaşımı güçlendirmektedir.

Bu çerçevede farklı bir argüman geliştirmek, literatürde yerleşik hale gelmiş “konsensus”a karşı pozisyon almayı gerektirmektedir. Türkiye’de makro ihtiyatlılığa eleştirel yaklaşım, hem akademik hem de politika çevrelerinde yaygın ve tercih edilen bir tutum değildir. Ancak bir kavramın özgün içeriğinden koparılarak farklı bir anlamla doldurulması, bu yeni anlamla uyumlu uygulamaların kendi içinde tutarlı olması halinde bile, kavramın epistemik niteliğini problemli hale getirir. Burada sorun, yalnızca politika setinin kendisi değil, bu politika setini meşrulaştıran kavramsal çerçevenin de dönüşmesidir.


Kavramsal Sapma, Dil ve İktidar İlişkisi

Foucault, Wittgenstein ve Habermas gibi düşünürlerin dil, anlam ve iktidar üzerine tartışmaları, makro ihtiyatlılık kavramının Türkiye’deki kullanımını anlamak açısından açıklayıcı bir çerçeve sunmaktadır. Wittgenstein’ın dil oyunları teorisine göre, bir kavramın anlamı, kullanıldığı bağlama bağlıdır; bağlam değiştikçe kavramın işlevi ve epistemik değeri de değişir. “Makro ihtiyatlılık” kavramının, sistemik risk yönetimi ve geniş ölçekte sağduyulu yaklaşım bağlamından çıkarılıp, kredi kısıtlama ve ekonomik baskılama bağlamına yerleştirilmesi, bu açıdan bir anlam kaymasıdır.

Habermas’ın iletişimsel rasyonalite anlayışı, kamusal alanda kullanılan kavramların, uzlaşı üretici ve bilgiye dayalı bir tartışma zemini sağlaması gerektiğini vurgular. Kavramların ideolojik manipülasyon aracı haline gelmesi, iletişimsel rasyonalitenin zedelenmesi anlamına gelir. “Makro ihtiyatlılık” kavramının, bilimsel içerikten çok, politika söyleminin meşrulaştırıcı bir unsuru olarak kullanılması, bu açıdan sorunludur.

Foucault’nun bilgi–iktidar ilişkisi ise, kavramların iktidar yapılarını pekiştirme veya sorgulama potansiyeline işaret eder. Türkiye örneğinde “makro ihtiyatlılık”, finansal alan üzerindeki idari tasarrufların meşrulaştırılması, bankacılık faaliyetlerinin araçsallaştırılması ve kredi tahsis süreçlerinin politik hedeflere göre yeniden biçimlendirilmesinde önemli bir söylemsel araç haline gelmiştir. Böylece kavram, sistemik risk yönetimini güçlendiren bir araç olmaktan ziyade, iktidar ilişkilerini tahkim eden bir çerçeveye dönüşme riski taşımaktadır.

Türkiye uygulamasında makro ihtiyatlılığın yakınsadığı örnek ülke olarak Çin’in öne çıkması da dikkat çekicidir. Özgün bir sosyalist/komünist rejimle yönetilen Çin’de, finansal sistem üzerindeki sıkı kontrol ve kredilerin hedefli kullanımı, rejimin doğasına içkin bir özellik olarak görülürken; NATO üyesi ve AB adayı bir ülkenin finansal düzenleme pratiğinde benzer bir çizgiye yönelmesi, ayrı bir tartışma alanı açmaktadır.


Tezin Argümanı, Kapsamı ve Dönem Seçimi

Bu tezde temel argüman, Türkiye ekonomisinin 2001 krizi sonrası dönemde ulaştığı makroekonomik istikrarın kaybında, bankacılık sistemini araçsallaştıran ve baskılayan makro ihtiyatlılık uygulama biçiminin asli bir rol oynadığı yönündedir. Sistemik risk kavramının merkezinde yer alması gereken varlık/gayrimenkul fiyat istikrarı gibi alanlarda yeterli adımlar atılmamış; aksine, makro ihtiyatlı söylemle meşrulaştırılan fakat finansal sistemin sağduyulu işleyişiyle bağdaşmayan uygulamalar tercih edilmiştir.

Çalışma, 2002–2025 dönemini kapsamakta; bu dönemin seçimi, 2001 krizi sonrasında uygulamaya konan programın başarıya ulaşarak Türkiye ekonomisinde tarihsel olarak benzeri görülmemiş bir istikrar sürecini başlatmasıyla ilişkilidir. Bu süreç, aynı zamanda ülkenin politik ikliminde de yeni bir dönemin başlangıcına işaret etmektedir. AK Parti iktidarı boyunca yaşanan politik ve iktisadi gelişmeler, bu çerçevede birlikte ele alınması gereken bir bütünlük arz etmektedir.

Finans sektörü, bu dönemde ekonomik dönüşümün en belirgin yaşandığı alanlardan biridir. 1980 tarihli 24 Ocak Kararları ile başlayan liberalizasyon süreci, 2002 sonrasında yeni bir faza geçmiş; finansal ürün çeşitliliği artmış, bankacılık sistemi derinleşmiş ve mortgage gibi gelişmiş ekonomilerde sıradan sayılan finansal ürünler Türkiye’de yaygınlaşmıştır. Kur, faiz ve enflasyonda sağlanan iyileşme, yalnızca makro göstergelerin düzeyini değil, finansal sistemin niteliğini de dönüştürmüştür.

Bu dönemin ülke iktisat tarihinde karşılaştırılabileceği başka bir dönem bulunmamaktadır. Dolayısıyla 2002 sonrası makro istikrar dönemi ile sonrasında ortaya çıkan istikrarsızlık sürecinin birlikte ele alınması; makro veriler arasındaki karşılıklı ilişkilerin ve finansal sistem üzerindeki etkilerinin analiz edilmesi gerekmektedir. Tez, bu çerçevede 2002–2025 dönemi makroekonomik ve bankacılık verilerini değerlendirerek, verilerdeki değişim ve dönüşümlerin anlamını tartışmayı amaçlamaktadır.

Çalışmanın yöntemi, nitel ve nicel unsurları bir arada barındırmaktadır. 1991–2022 yılları arasında Türkiye’nin en büyük özel bankasında genel müdürlük ve şubelerde perakende bankacılık alanında görev yapmış bir sektör çalışanı olarak, hem tanığı hem de öznesi olunan uygulamalara dair kişisel deneyimlerin analize dâhil edilmesi, çalışmanın nitel boyutunu güçlendirmektedir. Buna ek olarak, makroekonomik göstergeler ve bankacılık verileri üzerinden yapılacak karşılaştırmalı analiz, nicel çerçeveyi oluşturacaktır.

Sonuç olarak, Türkiye’de makro ihtiyatlılık kavramının uluslararası literatürdeki “macro prudentiality” içeriğinden saparak, dar anlamda “ihtiyat/tedbirlilik” eksenine sıkışmasının; bankacılık sisteminin sağduyulu ve rekabetçi işleyişini zayıflattığı, finansal derinleşmeyi sınırladığı ve makroekonomik istikrarın kaybında önemli bir rol oynadığı ileri sürülmektedir. Tez, bu argümanı hem kavramsal düzeyde hem de veriye dayalı analizlerle temellendirmeyi hedeflemektedir.

Şunu dedin:
sonra
ChatGPT:

Elbette, metnin bir sonraki büyük bölümünü aynı akademik üslup, kavramsal bütünlük ve dil tutarlılığı içinde yazarak devam ediyorum. Aşağıdaki bölüm, senin metninde “Bankacılık, Emniyet–Seyyaliyet–Randıman, Aktif Büyüklüğü, Basel Çerçevesi ve 2008 Krizi Sonrası Sistemik Yapı” gibi alt başlıklarla ilerleyen kısmın akademik yeniden yazımıdır. Bundan sonra istersen ayrıntılı veri bölümü, 2002–2025 Türkiye analizleri, metodoloji, bulgular veya sonuç–tartışma kısmına da geçerim.


🔷 **MAKRO İHTİYATLI POLİTİKALARIN UYGULAMA ÇERÇEVESİ

VE SİSTEMİK RİSK YÖNETİMİNDE TEMEL AYRIMLAR**

Makro ihtiyatlı yaklaşımın temel amacı, finansal sistemin bütününde ortaya çıkabilecek kırılganlıkları, şokların sistemik bir krize dönüşmesine izin vermeden kontrol altına almaktır. Mikro ihtiyatlı düzenlemeler, tekil kurumların sağlıklı işleyişini garanti altına almayı hedeflerken; makro ihtiyatlı yaklaşım, kurumlar arası bağların ve finansal ağ yapısının bütünsel risk üretme potansiyeline odaklanır.

Bu bölümde, makro ihtiyatlı çerçevenin ayrıştırıcı özellikleri, sistemik risk döngüleri, kredi ve varlık piyasalarındaki karşılıklı etkileşim, kurumlar arası geçişkenlik, non-bank finansal kurumların rolü ve SIFI’ların (Sistemik Öneme Sahip Finansal Kurumlar) konumu ayrıntılı olarak ele alınmaktadır.


🔹 1. Sistemik Riskin İkili Yapısı

Sistemik risk literatüründe, riskin iki yönlü bir yapıya sahip olduğu konusunda güçlü bir görüş birliği vardır:

(1) Makroekonomik Ortamdan Kaynaklanan Riskler (Top-down)

Bunlar;

  • sermaye girişlerinin ani durması (sudden stop),

  • ani kur/varlık fiyatı düzeltmeleri,

  • enflasyon beklentilerinde bozulma,

  • dış talepte sert daralma
    gibi sistem genelinde etkili olan şoklardır.

(2) Finansal Kurumların Yapısından Kaynaklanan Riskler (Bottom-up)

Bunlar;

  • kaldıraç oranlarının aşırı yükselmesi,

  • varlık kalitesindeki bozulma,

  • vade/matürite uyumsuzlukları,

  • likidite tamponlarının yetersizliği,

  • karşı taraf risklerinin yoğunlaşması,

  • bankacılık dışı finansal kurumların şeffaf olmayan işlemleri
    gibi faktörlerden doğar.

Makro ihtiyatlı politika setinin başarısı, bu iki risk yönünün nasıl kesiştiğini, birbirini nasıl güçlendirdiğini ve hangi aşamada bir kısır döngüye dönüşebileceğini belirlemede yatmaktadır.

Türkiye uygulamasında ise bu ikili yapı çoğu zaman ayrıştırılmamış; makroekonomik dengesizlikler doğrudan “finansal istikrar” sorunu gibi sunularak finansal kurumlar üzerinden çözülmeye çalışılmıştır. Bu durum, makro ihtiyatlı politikanın görev alanını aşırı genişletmiş ve kavramın asli işlevini gölgelemiştir.


🔹 2. Kredi Döngüsü, Varlık Fiyat Döngüsü ve Genişleyici–Daraltıcı Etkileşim

2008 krizi sonrasında yapılan çalışmalarda, kredi döngüsü ile varlık fiyat döngüsünün birbirini besleyerek sistemik risk yarattığı görülmüştür. Kredi genişledikçe varlık fiyatları artmakta; varlık fiyatları arttıkça bankaların teminat değerleme kapasiteleri yükselmekte ve kredi hacmi yeniden genişlemektedir. Bu karşılıklı etkileşime literatürde:

“Financial Accelerator – Finansal Hızlandıran Mekanizma”

adı verilir.

Bu mekanizma iki yönde çalışır:

Genişleyici Döngü (Boom):

  • kredi hacmi artar

  • varlık fiyatları yükselir

  • teminat değerleri artar

  • borçlanma kapasitesi genişler

  • finansal sistemin kırılganlığı artar

Daraltıcı Döngü (Bust):

  • kredi geri ödemeleri aksar

  • varlık fiyatları düşer

  • teminatlar değer kaybeder

  • bankalar kredi musluklarını kapatır

  • reel ekonomi hızla daralır

2008 ABD krizinde görülen bu mekanizmanın bir benzeri, Türkiye’de özellikle 2017 sonrası dönemde kredi–varlık döngüsü üzerinden gözlemlenmiştir. Ancak Türkiye’nin bu dönemde uyguladığı araçlar, döngüyü yumuşatmak yerine çoğu zaman kredi kısıtlamaları–kredi pompalanması şeklinde birbirine zıt uygulamalar üretmiş ve döngüyü daha da keskinleştirmiştir.


🔹 3. Makro İhtiyatlı Araçların Sınıflandırılması

Uluslararası literatürde makro ihtiyatlı araçlar üç ana grupta toplanır:

I. Sermaye Önlemleri

  • Karşı-döngüsel sermaye tamponları (CCyB)

  • Sistemik öneme sahip kurumlar için ek sermaye (SIFI buffer)

  • Kaldıraç oranı sınırlamaları

  • Kayıplarda özkaynağa dönüşen borçlanma araçları (CoCo bonds)

II. Likidite Önlemleri

  • LCR (Likidite Karşılama Oranı)

  • NSFR (Net İstikrarlı Fonlama Oranı)

  • Repo teminat indirimi düzenlemeleri

  • Kısa vadeli fonlamaya sınırlamalar

III. Kredi Odaklı Önlemler

  • Borç/Gelir (DTI) oranı

  • Borç/Değer (LTV) oranı

  • Sektörel kredi büyüme sınırları

  • Yabancı para kredi sınırlamaları

Türkiye’de ise bu araçların ağırlık merkezi kaymıştır:

sermaye ve likidite temelli makro ihtiyatlı araçların ağırlığı düşük,
kredi kısıtlaması ve selektif kredi kanalları aşırı yoğun hale gelmiştir.

Bu dengesizlik, Türkiye’de makro ihtiyatlı çerçevenin “kapsayıcı risk yönetimi” olmaktan çıkıp “ekonomiyi kredi üzerinden yönlendirme” aracına dönüşmesine yol açmıştır.


🔹 4. Kurumlar Arası Geçişkenlik ve Finansal Ağ Yapısı

Modern finansal sistemde kurumlar, karşılıklı yükümlülükler, türev sözleşmeler, repo işlemleri ve bilançolar arası bağlantılar yoluyla bir ağ yapısı oluşturur. Bu ağın üç özelliği sistemik risk için belirleyicidir:

(1) Yoğunlaşma (concentration)

Belirli kurumlar sistem içinde aşırı düğüm noktası haline gelebilir.

(2) Bağlanırlık (connectivity)

Bir kurumun sorunu diğer kurumlara hızla yayılabilir.

(3) Sektörel Asimetri

Bankacılık dışı finansal kuruluşlar (“shadow banking”) yasa alanı dışında büyüyebilir.

Türkiye uygulamasında kurumlar arası geçişkenlik çoğu zaman göz ardı edilmiş; düzenlemeler tekil bankalara odaklanmış, sistem ağ yapısının tamamına ilişkin stres testleri yeterince kurumsallaşmamıştır.


🔹 5. Sistemik Öneme Sahip Kurumlar (SIFIs) ve Türkiye’nin Durumu

Küresel düzeyde SIFIs kavramı, 2008 sonrası finans mimarisinin en kritik başlıklarından biridir. Bu kurumlar:

  • çok büyük oldukları için (Too Big to Fail),

  • piyasa altyapısında merkezi bir rol oynadıkları için,

  • karşı taraf risklerinin düğüm noktası oldukları için,

  • iflasları domino etkisi yaratabileceği için

özel bir denetim rejimine tabidir.

Türkiye’de ise:

  • SIFI stratejisinin açıklığı sınırlıdır,

  • erken uyarı mekanizmaları sistematik değildir,

  • SIFI çerçevesi yerine “sektör geneline” uygulanan kredi kısıtlamaları tercih edilmiştir.

Bu durum, makro ihtiyatlı yaklaşımın hedefini bulanıklaştırmıştır.


🔷 MAKRO İHTİYATLI POLİTİKALAR VE PARA–MALİYE POLİTİKASI ARASINDAKİ GÖREV AYRIMI

Makro ihtiyatlı yaklaşım ile para politikası arasındaki sınırlar, uluslararası literatürde belirgin biçimde tanımlanmıştır. Temel ayrım şudur:

Para Politikası → Fiyat istikrarı ve talep yönetimi içindir.

Makro İhtiyatlılık → Finansal istikrar ve sistemik risk yönetimi içindir.

Türkiye uygulamasında ise:

➡ Para politikası işlevsizleştikçe,
➡ Makro ihtiyatlılık alanı genişletilmiş,
➡ Faiz politikası, kredi düzenlemeleri üzerinden dolaylı yönetilmeye çalışılmıştır.

Bu durum, makro ihtiyatın temel amacına aykırıdır çünkü:

  • Makro ihtiyatlılık faizi belirlemez,

  • makroekonomik istikrarsızlığı çözücü bir araç değildir,

  • Görevi finansal kurumların sağduyulu işleyişini korumaktır,

  • Ekonomi yönetiminin kısa vadeli hedeflerine hizmet eden bir “baskı sistemi” değildir.

Türkiye’de yaşanan kurumsal kaymalar, makro ihtiyatlılık kavramının araç–amaç ilişkisini tersine çevirmiş ve ekonomi politikası içinde “yanlış kurumsal konumlanma” yaratmıştır.


8. Makro İhtiyati Politikalar, Sistemik Risk ve Türkiye Deneyimi

8.1. Makro – Mikro İhtiyat Ayrımı, Para Politikası ile İlişkisi

Makro ihtiyati politika çerçevesi, finansal sistemde biriken sistemik riskleri hedefleyen, kurumsal olarak para politikası ve maliye politikasından ayrışan, mikro ihtiyati çerçevenin ise tamamlayıcısı olan bir yapıdır.

Bu çerçevede Sistemik Önemli Kurumlar İçin Standartlar, sistemik risk taşıyan kurumlara özel kısıtlamalar getirir; diğer kurumlarla stratejilerinin korelasyonuna göre cezalar uygulanabilir veya bireysel karşı taraf riski limitleri dikte edilebilir. Gayrimenkul ve kredi politikaları ise varlık fiyat balonlarını sınırlamaya odaklanır; konut kredilerinde maksimum kredi-değer (LTV) oranı sınırlamaları bunun tipik örneğidir.

Makro ihtiyati araçlar, para politikasının araç setinden hem kapsam hem amaç bakımından ayrılır. Para politikası (faiz oranları vb.), tüm ekonomiyi etkileyen geniş ve künt bir araçtır. Makro ihtiyati önlemler ise belirli risk türlerini, belirli varlık sınıflarını ve belirli kurumları hedefler. Bu nedenle:

  • Sistemik risk ne sadece para politikası ile yönetilebilir,

  • Ne de makro ihtiyati politikalar para politikasının bir alt başlığı olarak görülebilir.

Makro ihtiyati çerçevenin doğal tamamlayıcısı, mikro ihtiyati önlemler setidir. Mikro ihtiyati önlemler, tek tek kurumların sermaye yeterliliği, likidite yapısı, iç kontrol mekanizmaları ve risk yönetimi süreçlerine odaklanır. Ancak 2008 ABD İpotekli Borç Krizi göstermiştir ki, her bir kurum mikro ölçekte “sağlam” görünse dahi, kurumlar arası bağlantılar ve ortak şoklar nedeniyle sistem bütününde ciddi kırılganlıklar oluşabilmektedir. Dolayısıyla:

  • Mikro ihtiyat, kurum bazında “güvenlik” üretir,

  • Makro ihtiyat ise sistem bazında “istikrar” üretmeyi amaçlar.

Bu noktada finansal istikrar kavramının içi de yeniden tanımlanmalıdır. Para politikasının geleneksel görevleri fiyat istikrarı ve maksimum istihdam olarak kalmalı; sistemik risklere yönelik birinci savunma hattını denetim ve düzenleme üstlenmelidir. Para politikasını, sistemik risk yönetiminde birincil araç haline getirmek hem para politikasının kendi hedeflerini tehlikeye atar, hem de sistemik riskleri ince ayar ile yönetme imkânını ortadan kaldırır.

Bununla birlikte, para politikası kararları sistemik risklerden tamamen bağımsız da olamaz. Düşük faiz oranları, kredi büyümesini aşırı teşvik ederek risk birikimine neden olduğunda, devreye girmesi gereken araç seti makro ihtiyati araçlardır. Ancak burada kritik bir ayrım vardır:

  • Faizleri olması gerekenden düşük tutup, ortaya çıkacak kredi genişlemesini teknik makro ihtiyati tedbirlerle bastırmaya çalışmak,

  • Faizlerdeki düşüşün doğal sonucu olabilecek kredi balonlarını önden tespit edip, proaktif makro ihtiyati önlemlerle sınırlamak.

Birinci yaklaşımda makro ihtiyati araçlar, faiz politikasının “yan etkilerini” maske eden bir ikame araç haline gelir. İkinci yaklaşımda ise, para politikasıyla uyumlu ama ondan bağımsız bir sistemik risk yönetimi mimarisinin parçasıdır.

Türkiye bağlamında bu ayrım, Erdem Başçı’nın “faizi olması gerekenden düşük tutabiliyoruz; makro ihtiyati önlemleri sıkılaştırarak bunu telafi ediyoruz” anlamına gelen ifadesinde kristalize olur. Bu ifade, makro ihtiyati çerçevenin para politikasını ikame eden ve onun yarattığı dengesizlikleri taşımaya koşulmuş bir araç setine dönüştürüldüğünü göstermektedir.


8.2. Kuramsal Çerçeve: Borio, Schoenmaker & Wierts ve IMF Yaklaşımı

Makro ihtiyati çerçevenin teorik temelleri açısından Claudio Borio’nun (2003) çalışması kritik önemdedir. Borio, geleneksel mikro odaklı anlayışa karşı, finansal sistemin bütününe odaklanan bir yaklaşımı savunur. Amaç, finansal sistemdeki büyük çaplı sorunları –yani sistemik riskleri– önlemek ve finansal krizlerin reel ekonomi üzerinde yaratacağı zararları sınırlamaktır. Bunu “sistem genelinde finansal sıkıntıyı sınırlamak” ifadesiyle tanımlar.

Bu yaklaşımda:

  • Risk, büyük ölçüde içsel (endogenous) kabul edilir; yani finansal sistemin kendi davranışları tarafından üretilir.

  • Ekonomik genişleme dönemlerinde aşırı kredi artışı sistemik riskin temel kaynağıdır.

  • Karşı-döngüsel önlemler (countercyclical tools), yükseliş dönemlerinde riskleri azaltmak; durgunluk dönemlerinde ise tamponları serbest bırakmak üzere tasarlanır.

  • Sistem için kritik önemde olan kurumlar –“Sistemik Önem Taşıyan Kurumlar”– daha sıkı denetim ve sermaye gerekliliklerine tabi tutulur.

Borio’nun vurguladığı iki temel eksen vardır:

  1. Kesit (cross-sectional) boyutu: Tüm finansal kurum ve piyasalardaki (bankalar, sigorta şirketleri, gölge bankacılık, menkul kıymet piyasaları vb.) risk birikimini ve bağlantılılığı gözetir. Özellikle büyük ve birbirine bağlı kurumlar için daha sıkı kurallar öngörülür.

  2. Zaman (time-series) boyutu: Finansal döngünün farklı safhalarında risklerin nasıl biriktiğini takip eder; döngüsel dalgalanmaların şiddetini ve süresini sınırlamaya çalışır.

Borio, finansal istikrarın sağlanması için makro ihtiyati çerçevenin mevcut mikro odaklı yaklaşımlara göre daha etkili ve bütüncül bir çözüm sunduğunu savunur. Geleneksel düzenlemelerin, içsel riskleri ve döngüsel dalgalanmaları yönetmekte yetersiz kaldığını belirtir. Bu bağlamda, “Hepimiz (bir dereceye kadar) makro ihtiyatiyiz” ifadesi, mevcut sistemde dahi parça parça var olan makro ihtiyati unsurların sistematik bir çerçeveye oturtulması gerektiğine işaret eder.

Benzer şekilde Schoenmaker ve Wierts (2016), makro ihtiyati denetimin, finansal sistemin bütününü gözeten ve mikro denetimi tamamlayan bir yapı olduğunu vurgular. 2008 krizi; kredi patlamaları, kaldıraç döngüleri ve finansal döngü kavramları üzerinden, mikro odaklı gözetimin “kompozisyon yanılgısı”na (fallacy of composition) düştüğünü ortaya koymuştur. Her bir kurum tek tek sağlam olsa bile, sistem bütününde biriken riskler gözden kaçmıştır.

Bu literatürde, finansal döngünün ölçümü için özellikle:

  • Kredi büyümesi,

  • Konut fiyatları ve diğer varlık fiyatları

gibi orta vadeli göstergelerin izlenmesi önerilir. Karşı-döngüsel sermaye tamponları, kaldıraç oranı düzenlemeleri ve gölge bankacılık da dâhil olmak üzere tüm finansal sektöre yayılan geniş tabanlı araçlar, makro ihtiyati politikanın çekirdek araçları olarak tanımlanır.

IMF Çerçevesi ve Araç Seti

Makro ihtiyati politikanın pratik tasarımı bakımından, IMF’in tanımı ve araç listesi oldukça berrak bir çerçeve sunar. IMF’ye göre:

  • Amaç: Finansal hizmetlerin sağlanmasında yaygın aksamaların riskini sınırlamak ve bu aksamaların ekonomi üzerindeki etkisini en aza indirmektir.

  • Analitik kapsam: Odak, bireysel kurumlar değil finansal sistemin bütünüdür; finansal ve reel sektör arasındaki etkileşimler de bu kapsamın içindedir.

  • Araçlar: Esas olarak sistemik riski hedeflemek için tasarlanmış ve kalibre edilmiştir; diğer politika araçlarının bu amaçla kullanılabilmesi için özel yönetişim düzenlemeleri gereklidir.

IMF’nin araç seti özetle şu başlıklardan oluşmaktadır:

  • LTV üst sınırları: Kredi-değer oranı limitleri (özellikle konut ve taşıt kredilerinde).

  • DTI üst sınırları: Borç-gelir oranı limitleri.

  • Vade uyumsuzluğu limitleri ve likidite göstergeleri.

  • Zorunlu karşılıklar ve rezerv gereklilikleri.

  • Döviz kredilerine üst sınırlar, net açık pozisyon ve uyumsuzluk limitleri.

  • Karşı-döngüsel sermaye gereklilikleri ve dinamik karşılık ayırma.

  • Kredi büyümesine tavanlar: Kredi büyümesinde gözlenen aşırılıkların sınırlanması.

  • Kâr dağıtımı kısıtlamaları: Sermaye tabanını güçlendirmek için.

Bu çerçeve, 2008 krizinin kökeninde yatan iki temel sorunu –gelirle uyumsuz borçlanma (DTI bozulması) ve öz kaynaksız varlık finansmanı (LTV bozulması)—doğrudan adresler. Diğer taraftan, kredi türlerinin (bireysel, ticari vb.) makro ihtiyati anlamda birbirinden “iyi-kötü” olarak ayrıştırılması değil, kredi büyümesinin toplam sistem üzerindeki etkisi temel alınır.

Makro İhtiyati Tasarımda İyi ve Kötü Uygulama İlkeleri

IMF ve ilgili literatür, makro ihtiyati araçların tasarımı ve kalibrasyonu için bir dizi ilke de önermektedir. İyi uygulama ilkeleri özetle şöyledir:

  • Parametreler (LTV, DTI, sermaye tamponları vb.), değişen koşullara ve döngüsel görünüme göre düzenli olarak ayarlanmalıdır.

  • Bu ayarlamaların nasıl yapılacağına dair net, şeffaf ve tutarlı kurallar tanımlanmalıdır.

  • Denetim kapasitesinin sınırlı olduğu ortamlarda, mümkün olduğunca basit ve kural bazlı araçlar tercih edilmeli; keyfi ve kişiye özel müdahalelerden kaçınılmalıdır.

  • Risk iyi tanımlanmış ve tek bir kaynaktan geliyorsa (örneğin sadece konut kredileri), hedefli ve tekli araçlar kullanılmalıdır.

  • Veri eksikliği veya yaygın risk söz konusuysa, geniş tabanlı ve kapsayıcı araçlar devreye sokulmalıdır.

  • Hedefli araçların etrafından dolanmayı engellemek için gerektiğinde geniş tabanlı tedbirlerle destek sağlanmalıdır.

  • Makro ihtiyati, para ve maliye politikası arasındaki olası çatışmalar için kurumsal çözüm mekanizmaları ve net hesap verebilirlik düzenlemeleri kurulmalıdır.

Kaçınılması gerekenler ise özellikle üç başlıkta toplanır:

  1. Müdahale hakkını abartmak: Aşırı esnek, keyfi ve öngörülemez müdahaleler, finansal istikrarı değil belirsizliği artırır.

  2. Çoklu araç kullanımını abartmak: Çok sayıda aracın aynı anda ve karmaşık şekilde kullanılması, hem kurumlar hem ekonomi üzerinde gereksiz maliyetler doğurur.

  3. Aşırı karmaşıklık: Özellikle hedefli araçların tasarımında, düzenlemelerin uygulanması ve anlaşılması kolay olmalıdır; aşırı teknik ve girift tasarımlar etkinliği azaltır.

Bu ilkeler, Türkiye’de makro ihtiyati çerçevenin tasarım ve uygulamasında sıkça göz ardı edilmiştir. Karmaşıklık, çoklu ve çelişkili araç kullanımı ile keyfi müdahale alanı, Türkiye pratiğinin temel karakteristikleri haline gelmiştir.


8.3. Türkiye’de Makro İhtiyati Çerçevenin Kuruluşu: Basel, 2001 Krizi ve Mikro Denetim Reformları

Türkiye’de makro ihtiyati önlem setleri, 2008 küresel krizinden önce, 2000’li yılların başında Basel Uzlaşısı çerçevesinde ve 2001 krizi sonrası reformlarla birlikte hayata geçirilmeye başlanmıştır. Ancak bu ilk dönem önlemleri, bugünkü makro ihtiyati tartışmalardan farklı olarak daha çok mikro denetim zaafiyetlerinin telafisine odaklanmıştır.

1990’lı yıllar ve 2001 krizi, Türkiye’de bankacılık sisteminin TMSF (Tasarruf Mevduatı ve Sigorta Fonu) üzerinden yürütülen denetiminin yetersizliğini açığa çıkarmıştır. 1994’te sınırlı sayıda bankanın, 2001’de ise çok daha geniş bir yelpazede bankanın batması; kötü yönetim, iç usulsüzlükler, bilanço uyumsuzlukları ve kamu borçlanmasına aşırı bağımlılık gibi sorunları görünür kılmıştır.

Bu süreçte çözüm, BDDK’nın kurulması ve Basel sermaye tanımları ile uyumlu bir denetim ve sermaye yeterliliği çerçevesinin içselleştirilmesi olmuştur. Bankaların:

  • Aktif tarafındaki kredi ve kredi benzeri varlıkların sınıflandırılması,

  • Sermaye tanımlarının standardizasyonu,

  • Olası kayıp hesaplarıyla muhafazakâr risk ağırlıklandırması

gibi adımlar, mikro denetim ekseninde gerçekleştirilen önemli reformlardır.

Bu dönemde geliştirilen firma ve teminat derecelendirme modelleri, Türk bankacılık sisteminin kredi tahsis süreçlerinde önemli bir paradigma değişimi yaratmıştır. Firmalar finansal ve niteliksel verileriyle bir risk skalasında sıralanmış, teminatlar da objektif değer ve tahsil kabiliyeti çerçevesinde sınıflandırılmıştır. Firma derecesi ile teminat derecesinin birleşiminden elde edilen kredi derecesi, bir kredinin olası zarar yaratma kapasitesini tahsis aşamasında görünür kılmıştır. Böylece:

  • Kredi portföyleri daha sağlıklı ve tutarlı bir biçimde değerlendirilebilir hale gelmiş,

  • Sermaye yeterliliği hesabı tartışmasız bir ortak çerçeveye kavuşturulmuş,

  • Bankalar, risk iştahlarını veri temelli ve içsel modellerle yönetebilir hale gelmiştir.

Bu reformlar, 2008 krizinin Türkiye’ye “teğet geçmesinin” de temel açıklamalarından biridir. Sermaye yeterliliği ve aktif kalitesine ilişkin bu sıkı duruş, dünya ölçeğinde yaşanan kredi ve konut krizinin Türkiye üzerindeki etkilerini sınırlandırmış; Türkiye’ye özgü bir mikro denetim başarı hikâyesi yaratmıştır.


8.4. 2002–2015: Finansal İstikrar, Derinleşme ve Bireysel Bankacılık

2002 sonrası dönemde Türkiye ekonomisi, makro ölçekte enflasyonun düşmesi, büyümenin istikrarlı seyri ve 2004’te paradan sıfır atma operasyonu ile Cumhuriyet tarihinin en istikrarlı büyüme evrelerinden birini yaşamıştır. Bu dönemin kabaca 2002–2015 arası “istikrar içinde finansal büyüme dönemi” olarak tanımlanması mümkündür.

Bu dönemde:

  • Mevduatın krediye dönüşüm oranı yükselmiş, geleneksel olarak “mevduat fazlası, kredi açığı” olan yapı tersine dönmeye başlamıştır.

  • Hane halkı borçluluğu, OECD ve gelişmekte olan piyasalara kıyasla düşük seviyelerden, yönetilebilir ama anlamlı seviyelere yükselmiştir.

  • Bireysel bankacılık ürünleri (ihtiyaç kredisi, taşıt kredisi, konut kredisi, kredi kartı) hızla gelişmiş, finansal derinleşme hem nicelik hem nitelik açısından ileri bir seviyeye taşınmıştır.

Türkiye’de kredi kartına taksit uygulaması, geleneksel “senet/veresiye” alışveriş kültürünü finansal sisteme entegre eden özgün bir inovasyon olmuştur. Kredi kartı:

  • Bir borçlanma aracı olmaktan çok, ödeme aracı niteliği taşımaktadır.

  • Taksitli alışveriş imkânı, vadeli satışların kayıt dışı ve operatif açıdan riskli senetli/veresiyeli yapılar yerine, kayıtlı ve bankacılık sistemi üzerinden yürütülmesini teşvik etmiştir.

  • Kredi kartı limitlerinin tahsisinde KKB skoru ve skorkart eşikleri kullanılarak, kredi geri ödeme sicili iyi olan müşterilerin sisteme dahil edilmesi sağlanmıştır.

Bu çerçevede, kredi kartına taksitin:

  • “Aşırı tüketimi körüklediği”ne ilişkin bilimsel kanıtlar sınırlıdır,

  • Sistemik risk yaratacak ölçekte bir rol üstlendiği tezini destekleyen ciddi bir saha çalışması veya simülasyon bulunmamaktadır.

Tüketicinin gelecekteki gelirlerini hesaplayarak bugünkü ihtiyaçlarını karşılaması, kapitalizmin temel dinamiklerinden biridir. Taksitli alışverişin kredi kartı üzerinden yapılmasının alternatifi, aynı malın yine vadeli fakat daha riskli ve kayıt dışı yöntemlerle satılmasıdır. Bu nedenle kredi kartına taksit, makro ihtiyati çerçevede finansal istikrarı tehdit eden değil, kayıtdışılığı sınırlayan ve ödeme disiplinini artıran bir mekanizma olarak değerlendirilmelidir.

Benzer şekilde, maaş anlaşmaları da Türk bankacılık sisteminin özgün bir inovasyonu olarak ortaya çıkmıştır. Bankalar:

  • Kurumlarla anlaşarak maaş ödemelerini devralmış,

  • Bu sayede düzenli gelire sahip, görece düşük riskli geniş kitleleri müşteri portföyüne dahil etmiştir.

Bu uygulama, hizmetin üzerine ücret ödenmesi yönüyle benzersizdir; ancak bankalar açısından kredi hedef kitlesini risk açısından “aşağı” çekmiş, sistemik riskleri azaltıcı yönde işlemiştir. Özel okul anlaşmaları gibi uygulamalarla bu mantık genişletilmiş; daha az riskli, düzenli gelir sahibi müşteri segmentlerinin bankacılık sistemine entegrasyonu hızlanmıştır.

Bütün bu unsurlar bir arada ele alındığında, 2002–2015 döneminde:

  • Türk bankacılık sisteminin kredi risk yönetimi altyapısını güçlendiren,

  • Bireysel kredileri kontrollü biçimde yaygınlaştıran,

  • NPL oranlarını yönetilebilir seviyede tutan

bir çerçeve çizdiği görülmektedir. Özellikle konut kredilerinde NPL oranının hiçbir zaman %1’e bile ulaşmaması, konut finansmanının marjinal alanlara taşınmadığını ve kredi tahsis süreçlerinin temkinli yürütüldüğünü göstermektedir. Bu noktada Türkiye sosyolojisinde konutun taşıdığı özel rol –“evin kazanılması gereken bir değer, kaybının ise felaket” olarak algılanması– kredi geri ödeme disiplinini güçlendiren bir etken olarak öne çıkar.


8.5. Kredi Karar Sistemleri, KKB ve Skorkartlar

Türk bankacılık sisteminde bireysel krediler ve kredi kartı kullanımı için geliştirilen kredi karar sistemleri, makro ihtiyati tartışma açısından kritik önemdedir. Bankalar:

  • Kredi Kayıt Bürosu (KKB) skoru ile müşterilerin geçmiş kredi geri ödeme performansını;

  • İçsel skorkartlar ile demografik ve ekonomik verilerden türetilen risk göstergelerini birlikte kullanır.

KKB skoru, tüm bankalardan gelen veriyle beslenen istatistiksel bir araçtır; kredi geri ödeme performansı iyi olan müşteriler, skorda pozitif ayrışır. İçsel skorkartlar ise her bankanın kendi müşteri veri tabanı üzerinden geliştirilen ve geri ödeme davranışını en iyi açıklayan değişkenlere dayanan modellerdir. Bu sistemler:

  • Kredi tahsis süreçlerini tarafsız ve objektif kriterlere dayandırır,

  • Olası kötü müşterileri dışlayarak sistemi “temizler”,

  • Kredi portföyünü mikro ölçekte istikrarlı kılar.

Bu altyapı, 2008 Mortgage Krizi de dâhil, finansal sistemi tehdit eden pek çok olumsuzluğun merkezindeki “ödenmeyen kredi” sorununu Türkiye özelinde sınırlı tutmada etkili olmuştur. Sistemik risk, büyük ölçüde kredi geri ödeme sorunlarından doğduğuna göre, Türkiye’de makro ihtiyati çerçeve tartışılırken, bankacılık sisteminin kendi içinde geliştirdiği bu risk yönetimi altyapısının dikkate alınması zorunludur.


8.6. Türkiye’de Makro İhtiyati Önlemlerin Uygulanışı: LTV, Taşıt Kredileri, Seçici Kredi Politikaları

Türkiye’de makro ihtiyati önlem kavramı, 2011 sonrası dönemde giderek artan ölçüde para politikası araçlarını ikame eden, seçici kredilendirmeyi dayatan ve finansal kurumların mikro düzeydeki işleyişine doğrudan müdahale eden bir içerik kazanmıştır.

8.6.1. Konut Kredilerinde LTV Düzenlemesi ve Tüketici Destek Kredisi Yasağı

Türk bankacılık sisteminde makro ihtiyati başlık altında ilk büyük düzenleme, Ocak 2011 tarihli LTV (kredi-değer oranı) düzenlemesidir. Buna göre:

  • Bankaların konut kredisi verirken, ekspertiz değerinin %75’ini aşmaması zorunlu kılınmıştır.

  • Düzenleme öncesinde de bankalar, iç politikalarında istisnalar hariç bu oranı fiilen uygulamaktaydı.

Bu düzenleme, görünürde IMF ve literatürle uyumlu bir LTV sınırlaması gibi görünse de, uygulama detaylarında makro ihtiyati çerçevenin ötesine geçen unsurlar barındırmaktadır. Örneğin:

  • Kredi kullanımından önceki ve sonraki belirli dönemlerde, aynı kişinin veya eşinin kredi kullanması yasaklanmış,

  • Konut teminatlı tüketici destek kredileri tamamen yasaklanarak, konutun teminat olarak kullanıldığı ihtiyaç kredisi imkanları ortadan kaldırılmıştır.

Bu bütün içinde bakıldığında:

  • Konut kredisi için LTV sınırlaması, literatürle uyumlu ve proaktif bir önlem gibi görünürken,

  • Konut teminatlı kredilerin tamamen yasaklanması, teminatlı kredilerden teminatsız kredilere kayışı teşvik etmiş,

  • Esas amacın finansal istikrarı güçlendirmekten çok, kredi hacmini sınırlamak ve krediye erişimi zorlaştırmak olduğu izlenimini vermiştir.

Makro ihtiyati çerçevede LTV’nin hedefi, öz kaynaksız ve aşırı kaldıraçlı varlık finansmanını sınırlamaktır. Türkiye’de ise, konut kredisi geri ödeme sorunlarının yok denecek kadar az olduğu, konutun toplumsal önemi ve kredi tahsis süreçlerinin temkinli olduğu bir zeminde; LTV sınırının “makul” kullanımını aşan yasaklayıcı uygulamalar, makro ihtiyatın öngördüğü işlevden sapma olarak değerlendirilmelidir.

8.6.2. Taşıt Kredileri ve Krediyle Araç Alımının Fiilen Yasaklanması

Makro ihtiyati önlemlerin taşıt kredilerine yönelik düzenlemeleri, benzer bir sapmanın daha çarpıcı bir örneğidir. Taşıt kredilerinde:

  • LTV limitleri getirilmiş,

  • Vade sınırları sertleştirilmiş,

  • Krediyle araç alımı, pratikte imkânsız hale gelmiştir.

Gelişmiş ülkelerde taşıt kredileri, mortgage dışı krediler içinde ortalama %10’luk bir paya sahiptir ve önemli bir piyasa göstergesi olarak izlenmektedir. Türkiye’de ise:

  • Taşıt kredilerinin, mortgage harici ihtiyaç kredileri içindeki payı ancak 2010’ların başında %10 seviyesine yükselmişken,

  • Makro ihtiyati başlığı altında yapılan düzenlemelerle bu ürün fiilen “tezgâhtan silinmiş”,

  • Araç sahibi olma imkânı, büyük ölçüde peşin ödeme gücü olan üst gelir gruplarına hasredilmiştir.

Bu durum, makro ihtiyatın risk temelli ve sektörler arası dengeli yaklaşımından uzak, davranışsal ve seçici bir kredi kısıtlaması pratiğine işaret etmektedir.

8.6.3. Seçici Kredi Politikaları, Vergi ve Fon Yükleri

Türkiye uygulamasında makro ihtiyati çerçevenin en belirgin sapmalarından biri de, kredilerin “faydalı/faydasız” ayrımına tabi tutulduğu seçici kredi politikalarıdır. Buna göre:

  • Bir uçta ihracat geliri sağlayan firmalar gibi “makbul” kredi kullanıcıları,

  • Diğer uçta bireysel finansman ihtiyacı olan kesimler gibi “istenmeyen” kullanıcılar konumlandırılmıştır.

Bu ayrım:

  • Birincilere düşük maliyetli ve öncelikli finansman imkânı sağlarken,

  • İkincilere yüksek faiz, artan KKDF ve BSMV oranlarıyla ilave maliyet yükü bindirmektedir.

Faiz oranlarının yüksek seyrettiği bir dönemde dahi, KKDF ve BSMV toplam yükünün %30’lara varması, bireysel krediyi fiilen kullanılabilir olmaktan çıkarmıştır. Buna rağmen:

  • Kredi artış hızında istenen yavaşlama sağlanamamış,

  • NPL oranlarında belirgin artışlar görülmüş,

  • Makro ihtiyatin hedef aldığı sistemik risk, bizzat ihtiyat politikalarının çıktısı haline gelmiştir.


8.7. Kredi Kartı Taksit Sınırlamaları, DTI Eksikliği ve Çelişkili Uygulamalar

Kredi kartı ürününün Türkiye’deki gelişimi, makro ihtiyati tartışma açısından özel bir yere sahiptir. 1990’ların başında kartlı sistemlerin yaygınlaşmasıyla birlikte:

  • Geleneksel nakit kullanımı ve veresiye alışveriş kültürü,

  • Kayıtdışı ekonominin ağırlığı ve belge düzenine uyumsuzluk

kredi kartının hem kayıtlılığı artıran hem de işlem kolaylığı sağlayan bir araç olarak öne çıkmasına neden olmuştur.

Kredi kartı taksit sistemi, özellikle:

  • Ticari işlemlerin bankacılık sistemi üzerinden geçişini teşvik etmiş,

  • Hizmet ve perakende sektöründe belge düzenini kuvvetlendirmiş,

  • Taksitli alışverişi kayıt dışı vadeli satışların yerine ikame etmiştir.

Makro ihtiyati önlemler çerçevesinde:

  • Kredi kartı ile taksitli alışveriş en fazla hedef alınan alan olmuş,

  • Taksit yasakları ve sınırlamaları, tüketimi kısmak gerekçesiyle hayata geçirilmiştir.

Ancak bu süreçte:

  • Taksitle cep telefonu satışı kredi kartına yasaklanırken, telekom operatörlerinin kendi bünyelerinde taksitli telefon satışı serbest bırakılmış,

  • Ödemeler çoğu zaman yine kredi kartı üzerinden yapılmış,

  • Aynı ürün için banka kartı üzerinden taksit yasaklanırken, operatör üzerinden taksit mümkün kılınmıştır.

Bu çelişkili uygulamalar, makro ihtiyati çerçevenin finansal istikrarı değil, sektörel ve politik öncelikleri gözeten bir araç setine dönüştüğünü göstermektedir.

Önemli bir nokta da, uluslararası uygulamalarda temel bir makro ihtiyati araç olan borç/gelir oranı (DTI) modelinin Türkiye’de sistematik biçimde uygulanmamış olmasıdır. 8 Ekim 2013 tarihli düzenlemede kredi kartı limitlerinin gelirin 4 katı ile sınırlandırılması, bu eksenin nadir örneklerinden biridir. Ancak:

  • Gelirin tanımı ve tespitine yönelik kapsamlı bir çerçeve oluşturulmamış,

  • Bordrolu kesim dışındaki esnaf ve serbest meslek sahiplerinin gelirinin nasıl belirleneceği netleştirilmemiştir.

Bu durum, Türkiye’de kayıtdışı ekonomi ve gelir tespit sorunlarının, makro ihtiyati çerçevenin tasarımında gerekli ağırlıkla dikkate alınmadığını göstermektedir.

Sonuç olarak, kredi kartı taksit sınırlamaları:

  • Gelirle uyumsuz borçlanmayı hedefleyen bir DTI çerçevesine oturmamış,

  • Ürün temelli ve toptancı yasaklara dönüşmüş,

  • Bankacılık sisteminin geliştirdiği inovatif ve sosyolojik açıdan uyumlu bir ürünü kamusal güçle devre dışı bırakma girişimi olarak ortaya çıkmıştır.


8.8. KGF (2017), Devlet Eliyle Kredi Genişlemesi ve Makro İhtiyat

2017 yılında hayata geçirilen Kredi Garanti Fonu (KGF) – Portföy Garanti Sistemi (PGS) uygulaması, makro ihtiyati bakış açısından dikkat çekici bir örnektir. Uzun süredir kredi teminat yapısında marjinal bir rol oynayan KGF, bu dönemde:

  • Devlet garantisiyle, ödeme güçlüğü çekenler de dahil olmak üzere ticari işletmelere kredi imkânı sağlamış,

  • Bankalara, belirli bir NPL oranına kadar (örneğin %8) devlet tarafından üstlenilen risk imkânı sunmuştur.

Bu çerçevede:

  • Bankalar, kendi risk iştahlarıyla uyumlu olmayan kredileri, devlet garantisiyle kullandırmaya yönelmiş,

  • KGF dışındaki kredi kanalları daralırken, KGF’li kredilerde hızlı ve yoğun bir büyüme yaşanmıştır.

Hazine Müsteşarlığı’nın kapsamlı veri setiyle yaptığı değerlendirmede:

  • KGF’den yararlanan firmaların NPL oranlarının yüksekliği,

  • Kontrol grubunun krediye erişim sorunu yaşaması,

  • KGF’li firmaların ciro artışlarının, kaldıraç kullanımının doğal sonucu olarak yorumlanması gerektiğinin göz ardı edilmesi

dikkat çekmektedir. Bu bulgular:

  • Uygulamanın makro ihtiyati duruşla çeliştiğini,

  • Bankacılık sistemine devlet eliyle kredi büyümesi dayatıldığını,

  • Riskin önemli bir kısmının kamuya devredildiğini göstermektedir.

2017 büyüme oranının 2016’daki %3 seviyesinden %8 civarına sıçramasında KGF kredilerinin önemli payı olduğu açıktır. Ancak bu kredilerin:

  • Enflasyonist baskıyı artırdığı,

  • Kur ve faizlerdeki artış trendiyle paralel hareket ettiği,

  • 2018 sonrası istikrarsızlıkların kök nedenlerinden biri haline geldiği görülmektedir.

Bu çerçevede KGF, makro ihtiyati çerçevenin öngördüğü ihtiyatlı ve risk azaltıcı işlev yerine, kısa vadeli büyüme hedeflerini destekleyen bir kredi genişleme aracı olarak işlev görmüştür.


8.9. Kur Korumalı Mevduat (KKM), Kur Riski ve Örtülü “Bail-Out”

2021 son çeyreğinde devreye sokulan ve “Türkiye Ekonomi Modeli” başlığı altında sunulan politikalarla birlikte, Kur Korumalı Mevduat (KKM) uygulaması da makro ihtiyati tartışmanın merkezine yerleşmiştir. KKM:

  • Bankalarda mevcut döviz mevduatını TL’ye çevirenler için, kur artışına karşı devlet garantisi sağlayan,

  • Esasen devlet tarafından üstlenilen bir opsiyon sözleşmesi niteliği taşımaktadır.

Düşük faiz politikası ve hızlı kur artışı sonucunda:

  • TL mevduat tutmak ciddi gelir kaybına yol açmaya başlamış,

  • Dolarizasyon artmış,

  • Banka bilançolarında kur pozisyon uyumsuzlukları ortaya çıkmıştır.

KKM, bu noktada:

  • Döviz mevduatını TL’ye dönüştürüp pasifi “TL” gibi göstererek,

  • Bankalara TL kredi verme kapasitesi sağlayan,

  • Kur riskini ise bankacılık sisteminden kamuya transfer eden bir mekanizma olarak işlemiştir.

Bu yönüyle KKM, makro ihtiyati çerçevede bir “bail-out” niteliği taşımakta, kur riskini bankalardan kamuya devrederek sistemik bir krizi önlemeye çalışmaktadır. Ancak risk, sistemin dışına çıkmamakta; sadece farklı bir yere –kamu maliyesine– taşınmaktadır.


8.10. Kamu Bankaları, Sistemik Önem ve Örtülü Sermaye Aktarımları

Makro ihtiyati literatürde Sistemik Önemli Kurumlar, özel denetim ve daha sıkı sermaye gerekliliklerine tabi tutulması gereken yapılardır. Türkiye’de bu kavramın kamu bankaları açısından uygulaması ise oldukça sınırlıdır.

Son dönemde:

  • Kamu bankalarının sektördeki pazar payları önemli ölçüde artmış,

  • Zararları görev zararları içinde eritilmiş,

  • Sermaye ihtiyaçları kamusal kaynaklarla karşılanmıştır.

Bu durum, kamu bankaları açısından örtülü bir bail-out anlamına gelmektedir. Özel bankalar için geçerli olan makro ihtiyati kısıtlar, kamu bankaları için aynı sıkılıkta uygulanmamakta; kamu bankaları, seçici kredilendirme ve politik hedeflerin finansmanı için bir araç olarak kullanılmaktadır. Bu da:

  • Sistemik olarak önemli hale gelen kamu bankalarının,

  • Makro ihtiyati denetimin “ayrıcalıklı” bir alanı haline gelmesine yol açmaktadır.


8.11. Konut Fiyatları, Kredili Konut Satışları ve Makro İhtiyatın Ters Sonuçları

Makro ihtiyati çerçevede konut sektörünün özel bir yeri vardır. 2008 ABD krizinde konut balonunun oynadığı rol nedeniyle:

  • Konut fiyatlarındaki aşırı artışlar,

  • Krediyle finanse edilen konut balonları

sistemik riskin temel kaynaklarından biri olarak görülmektedir. Türkiye’de 2011 LTV düzenlemesiyle hedeflenen de, görünürde konut talebini ve konut kredisi hacmini sınırlamaktır.

Ancak 2018 sonrası ve özellikle 2021 sonrasında Türkiye’de:

  • Konut fiyatları, enflasyonun ve diğer varlık fiyatlarının çok üzerinde bir artış trendine girmiş,

  • Kredili konut satışları ihmal edilebilir düzeylere gerilemiş,

  • Konut, düşük faizli krediye erişemeyen geniş kitleler için yatırım aracına dönüşmüştür.

Bu tablo, makro ihtiyati modelin Türkiye’de tam tersine döndüğünü gösterir:

  • Amaç konut fiyatlarındaki artışı sınırlamak iken, sonuç konut kredisinin sınırlanması olmuş,

  • Kredili konut alımı neredeyse imkânsız hale gelirken, konut fiyatları hızla yükselmiş,

  • Konutun yatırım aracı niteliği güçlenmiş, gelir dağılımı ve konut erişimi açısından derin sorunlar ortaya çıkmıştır.

Makro ihtiyati önlem setinin en yoğun uygulandığı dönemlerde, makro istikrarın bozulması, kur-faiz-enflasyon üçgeninde dengesizliklerin derinleşmesi ve konut fiyat endekslerindeki bozulma; uygulanan politikaların hedeflenen sonuçları üretmediğini çarpıcı biçimde ortaya koymaktadır.


8.12. Genel Değerlendirme ve Sonuç: Makro İhtiyatın Kavramsal Tersyüz Oluşu

Makro ihtiyati önlemler, teorik ve uluslararası çerçevede:

  • Sistemik risklere karşı yapısal ve önleyici modeller olarak tanımlanır,

  • Para ve maliye politikalarının ikamesi değil, tamamlayıcısıdır,

  • Finansal kurumların mikro açıdan sağlamlığını gözeten mikro ihtiyati çerçevenin üzerinde, sistem ölçeğinde bir koruma şemsiyesi oluşturur.

Türkiye’de ise:

  • Makro ihtiyati önlem kavramı, finansal istikrara odaklı dar ve teknik anlamından uzaklaştırılmış,

  • Faizi “olması gerekenden düşük” tutmayı mümkün kılan, seçici kredilendirmeyi dayatan, tüketimi kısıtlama ve çeşitli iktisadi-siyasi hedefleri gerçekleştirme amacı taşıyan geniş ve esnek bir siyasa etiketine dönüşmüştür.

Kredi kartı taksit sınırlamaları, taşıt ve konut kredilerindeki aşırı kısıtlar, KGF ile devlet eliyle kredi büyümesi, KKM ile kur riskinin kamuya devri, kamu bankalarının ayrıcalıklı konumu ve 2021 sonrası politikalar; makro ihtiyati çerçevenin:

  • Literatürdeki anlamıyla “ihtiyatlılık” ve “risk azaltma” işlevinden uzaklaştığını,

  • Bizzat makro istikrarsızlıkların kaynağı haline gelebildiğini,

  • Bankacılık sisteminin mikro düzeydeki güçlü yanlarını zayıflattığını göstermektedir.

Sonuç olarak, Türkiye’de makro ihtiyati önlem söylemi altında hayata geçirilen uygulamalar:

  • 2002–2015 döneminde inşa edilen istikrar bileşenlerinin önemli bir kısmını aşındırmış,

  • Bankacılık sistemini “serbest rekabet ve risk temelli kredi tahsisi” ekseninden çıkarıp, yönetilen ve baskılanan bir yapıya yöneltmiş,

  • Finansal sistemin sağlığı yerine daha geniş ve farklı ekonomik hedeflere odaklanan, kavramsal olarak “karşı-makro ihtiyati” (counter-prudential) bir pratik üretmiştir.

Makro ihtiyati politikaların Türkiye’de yeniden işlevsel hale gelebilmesi için:

  • Kavramın uluslararası kabul görmüş tanımına geri dönülmesi,

  • Risk temelli, şeffaf, simülasyon ve stres testleriyle desteklenen bir çerçevenin inşa edilmesi,

  • Para ve maliye politikası amaçlarının, makro ihtiyati araçlar üzerinden “dolaylı” biçimde yürütülmesinin son bulması,

  • Bankacılık sisteminin mikro denetim alanına giren konulara keyfi ve ürün temelli yasaklarla değil, veri temelli ve gelir/borç uyumunu gözeten araçlarla yaklaşılması gerekmektedir.


🔷 SONRAKİ ADIM (Hazırım):

İstersen bir sonraki bölüm olarak:

“Türkiye’de Makro İhtiyatlılığın Tarihsel Seyri (2002–2025)”

“Veri Analizi: Kredi/GSMH, Banka Aktifleri, Enflasyon, Kur, Faiz Verileri”

“Makro ihtiyatlılık–iktisadi istikrar ilişkisi: 3 dönemli model (2002–2013 / 2013–2018 / 2018–2025)”

“Türkiye uygulamasının uluslararası karşılaştırması”

“Yöntem ve model bölümünün yazımı”

gibi bölümlere hemen geçebilirim.

Hangi bölüme devam edeyim?

Yorumlar

POPÜLER YAYINLAR

SİGARA NASIL BIRAKILIR YADA 8.035 GÜN NASIL ARA VERİLİR

EPİLOG

Her şeyi Bitirmeyi Düşünüyorum